31 Ocak 2013 Perşembe

FİHİ MAFİH 24. FASIL

Herkes bu imareti (Türbe yapmak veya onarmak) ya cömertliğini göstermek, ya ad kazanmak veya sevaba girmek gibi bir düşünceyle yapıyor.

Allah'ın ise, bundan maksadı velilerin derecesini yükseltmek, onların türbelerine, sandukalarına saygı göstermektir.

Onlar esasen büyük ve saygı değerdirler.
Saygıya ihtiyaçları yoktur.

Mesela çerağ (Kandil) yüksek bir yere konulmak isterse, bunu kendisi için değil, başkaları için ister.

O, ister aşağıda ister yukarıda olsun, bulunduğu her yerde nurlu bir çerağdır (aydınlatan ışıktır).

Bununla sadece nurunun, ışığının başkalarına ulaşmasını istiyor. Göklerin üzerinde olan bu güneş, aşağıda da olsa yine aynı güneştir.

Yalnız böyle olursa dünya karanlık içinde kalır.
Şu halde o kendisi için değil, başkaları için yüksekte bulunmaktadır.

Hülasa onlar da aşağıda ve yukarıda olmaktan, halkın saygı göstermesinden münezzeh (Kusursuz, arı, uzak) ve böyle kayıtlardan kurtulmuşlardır.

Sana da o âlemin bir parçacık lütfu ve bir zerre zevki yüz gösterecek olursa, o anda aşağı yukarı, efendilik, başlık kaydından hatta sana bunların hepsinden daha yakın olan kendinden usanıp bıkarsın.

O halde bu nurun ve zevkin madeni kaynağı ve esas olan onların (velilerin), aşağı ve yukarı ile kayıtlı olmadıklarını hiç düşünmüyor musun?

Onlar ile öğünürler. Allah ise aşağıdan, yukarıdan müstağnidir (Doygun).
Bu yukarılık ve aşağılık, bizim gibi başı ve ayağı olan insanlar içindir.

Mustafa (Allah'ın selam ve salâtı onun üzerine olsun) buyurdu ki:

"Beni, Yunus İbni Meta'ya, onun urucu balığın karnından, benimki arş üzerinde olduğu için üstün tutmayın."
(Hadis)

(URUC:
Tasavvufta bir devir nazariyesi vardır:

Âlem-i Gayb’dan  (Görünmeyen âlemden) Âlem-i Şuhud’a  (Kâinata sonra dünya âlemine) inen varlık, ilk önce cemat (Cansız), sonra nebat (Bitki), hayvan ve en sonra insan suretinde tecelli eder (Kendini gösterir).

Kudretin bu sırrı, bu şekilde değişimlerden geçerek insan mertebesine yükselince, asıl hakikatinden haberdar olmak ve aslına dönmek ihtiyacını duyar.

Ondan sonra derece-derece yükselerek Hakk’a ulaşır.
Âlem-i Gayb’dan  (Görünmeyen âlemden) Âlem-i Şuhud’a  (Kâinata sonra dünya âlemine) inmesi, “ Seyr-i nüzul” tekrar değişimlere uğrayarak yükselerek aslına kavuşması ise “ Seyri Uruc” tur.
Buna devir denir.)

(Basitçe söylemek gerekirse değişik yükselişlerden sonra Allah’a ulaşmaya uruc diyoruz.)

Yani:
Beni eğer ondan üstün tutmak istiyorsanız, bunu o, balığın karnında, ben arşın üzerinde uruc ettiğimiz için yapmayınız.

Çünkü Yüce Allah ne aşağıda ne de yukarıdadır.
O'nun tecellisi (Kudretinin görünmesi) ister aşağıda ister yukarıda olsun birdir ve balığın karında da bu böyledir.

O aşağıdan ve yukarıdan münezzehtir (Uzaktır, arıdır, temizdir).
Onun için hepsi birdir.

Birçok insanlar vardır ki, bir takım işler yaparlar.

Bu işlerde onların istedikleri başka, Allah'ın maksadı başkadır.

Aziz ve Celil olan Allah, Muhammed (Allah'ın selam ve salâtı onun üzerine olsun) dininin yücelmesini meydana çıkmasını ve dünya kaldıkça kalmasını istediğinden, Kur'an için kaç tane tefsir yazıldı.

Dörder sekizer ve onar ciltlik tefsirler yazdılar.
Bunları yazanların düşüncesi, kendi üstünlüklerini ve bilgilerini göstermekti.

Zemahşeri  (Ebul Kasım Mahmut’un yazdığı Kur’an tefsiri) de nahvin (Dil bilgisine uyarak) ve dinin bütün incelikleriyle süslü ve fasih (Güzel, düzgün, açık) cümlelerle, ibarelerle Keşşaf'ı yazdı.

Bunu kendi fazlını (Üstünlüğünü) göstermek ve istediği şeyin hâsıl olması için yapmışlar.

Hâlbuki bu da Muhammed (Allah'ın selam ve salâtı onun üzerine olsun) dinini yükseltmekten ibaretti.

Bütün insanlar Allah için çalışırlar, onun işini görürler, fakat pek tabii Allah'ın bu işteki maksadını bilmezler.

Bu işi yapmaktaki gayeleri, düşünceleri başkadır. (Mesela) Allah dünyanın kalmasını ister; onlar şehvetle (Aşırı istek) meşgul olurlar.

Bir kadınla kendi zevkleri için yaşarlar.
Buradan bir çocuk hâsıl (Ortaya çıkma) olur.

Böylece kendi zevkleri ve lezzet almaları için bir iş görürler ve dünya bizzat bununla kalır, karar bulur.

Hiçte o niyetle yapmadıkları halde, gerçekte Allah'ın kulluğunu yerine getirmiş olurlar.

Bunun gibi, mescitler yapar; kapısı, duvarı ve tavanı için o kadar para harcarlar.

Hâlbuki onun değeri kıblededir ve maksat kıbledir (Bir yöne yüzünü dönmek).

Onların maksadı bu olmakla beraber, yine kıblenin değeri, büyüklüğü artmış olur.
Velilerin büyüklüğü görünüşte değildir.
Vallahi onlar için de aşağılık, yükseklik vardır.
Fakat bu niteliksiz ve benzersiz olur.

Mesela bu gümüş para şu bakır paradan üstündür ve bakır paranın fevkindedir (Üstünde) ne demektir?

Görünüşte bakır paranın üstünde değildir.

(Mesela) gümüş parayı evin damı üzerine koysan, altını da aşağıda bıraksan, herhalde altını gümüş paradan daha üstündür.

Lal ve inci ise, ister aşağıda ister yukarda bulunsun, altının fevkindedir (Üstündedir).

Bunun gibi kepek eleğin üstünde, un ise onun altındadır.
Kepek undan nasıl üstün olabilir?
Görünüşte un altta kalmış olmakla beraber, gerçekte üstün olması lazımdır.

Bunun için buğdayın üstünlüğü suretten (Görünüşten) değildir; onda bulunan cevherdendir (Özden).

Bu bakımdan bütün hallerde daima üstün gelir.

                     ***
FİHİ MAFİH MEVLANA HAZRETLERİ
Maarif basımevi 1954
Çeviren Meliha Ülker TARIKAHYA

                     ***
Neler öğrendik:

1.   Türbelerin bulunduğu yer o büyük kişiyi hatırlamak, onun öğütlerini öğrenmek ve yaşamımızı aydınlatmak için uğurlu bir yer olduğunu öğrendik.

2.   Türbedeki kişi görünüşe göre yerdedir ama kendisinde cevher (Öz) olduğundan değerlidir,

3.   Allah ile buluşmanın, konuşmanın, sadece yüksek âlemlerde olmadığını, balığın karnında bile aynı şeylerin olacağını öğrendik.

4.   Yaptığımız çalışmalarda kendi benliğimizi öne çıkarmak amaçlı olmaması gerektiğini öğrendik.

5.   Allah’ın kullarına zevk ve lezzet vererek istediği işi yaptırdığını öğrendik.

İşte böyle yaren,

Peygamber efendimizin “ Ölmeden önce ölünüz” Hadisiyle bize işaret ettiği urus’tur.

Allah’tan geldiğimiz için canımız bedenden ayrılmadan ölerek bu yolu kat ederek Allah’a ulaşmamız önerilmiştir.

Veliler, âşıklar, evliyalar çeşitli yollar göstererek geldiği yere gidip tekrar dünya âlemine dönmeleri ile birçok yol öğütleri vermişlerdir.

Sayısız bu yolu tarif eden önderlerimizin önerilerini sundum ve devam etmekteyim.

Çok zor gözüken ancak Allah’ın zevk ve lezzet vermesi ile bu yoldan gidip gelmek inşallah size de nasip ve kolay olur.

Âmin.

RAVLİ TÜRBE yazıp Googleden okuyup incelemenizi öneririm.         

                               *
RAVLİ

30 Ocak 2013 Çarşamba

FİHİ MAFİH 23. FASIL

Buyurdu ki:
Tokat tarafına gitmek lazımdır.
Çünkü o tarafın iklimi sıcaktır.

Antakya tarafının da böyledir.
Fakat orada daha çok Rumlar vardır ve ekseriyetle onlar dilimizi anlamazlar.
Anlayanlar da olabilir.

Bir gün bir toplulukta konuşuyorduk.
Bunlar arasında kâfirlerden de bir topluluk vardı.

Konuşma esnasında bunlar ağlıyor, seviniyor ve türlü-türlü haller gösteriyorlardı.

Biri:
Onlar bunu ne bilip anlarlar?

Bu türlü sözleri, belli başlı Müslümanlardan binde biri anlarken onlar neyi anlayıp da ağlayacaklar?” diye sordu.

Mevlana buyurdu ki:
Bu sözün kendini anlamalarına lüzum yoktur.
Onlar özünü, aslını anlıyorlar.

Hepsi Tanrı’nın birliğini itiraf eder. O’nun yaratıcı, yiyecek verici, her şeye tasarruf (Sahip olma ) edici olduğunu ve sonunda O’na dönüleceğini, bağış ve cezanın O’nun tarafından olduğunu bilirler ve Tanrı’nın vasfı (Nitelik) ve zikri (İsmi anma) olan bu sözü işittikleri zaman, hepsi muztarip (Rahatsızlık, sıkıntı) olur veya hepsinde bir sevinç ve zevk meydana gelir.

Bu sözden onlara sevdiklerinin ve istediklerinin kokusu gelmektedir.
Yollar her ne kadar çeşitli ise de gaye (Maksat, istek, netice, son, hedef) birdir.

Görmüyor musun ki Kâbe’ye giden ne çok yol vardır.
Bazısının yolu Rum’dan, bazısının Şam’dan, bazısının Acem’den, bazısının Çin’den, bazısının da deniz yolundan Hint ve Yemen’dendir.

Bunun için bu yollara bakarsan ayrılık büyük ve sınırsızdır.
Fakat gayeye (Maksat, istek, netice, son, hedef), maksada bakacak olursan hepsi birleşmiş, hepsinin kalbi Kâbe hakkında anlaşmış ve orada bir olmuştur.

O’na olan aşkları çok büyüktür.
Çünkü oraya hiçbir anlaşmazlık, aykırılık sığmaz.
O’ söylediğimiz çeşitli yollarla olan ilgi, küfür ve imanla karışık değildir.

Oraya ulaştıkları zaman, yollarda birbiri ile yaptıkları çarpışmalar, dövüşler çekişmeler ve karşı koymalar sona erer.

Yolda iken biri öbürüne:
“ Sen sebatsızsın (Söz ve karardan vazgeçme), kâfirsin (Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul etmeyen)” der ve bir başkası diğerine bunu böyle gösterir.

Fakat Kâbe’ye varınca bu kavgaların sadece yolda ve maksatlarının bir olduğu anlaşılır.

Mesela, eğer kâsenin canı olsaydı, kendini yapanın kulu (Sevgiyle bağlanıp hizmet eden) olurdu ve onunla sevişirdi.

Bu yaptıkları kâseyi, bazısı:
“ Onun içini yıkamalı” bazısı da:
“ Onun dışını yıkamak lazımdır” bazısı:

Hepsini yıkamalı” ve bazısı da:
Yıkamaya lüzum yoktur” der.

İşte anlaşmazlık bu gibi şeylerdedir.
Fakat kâseyi yaratan, yapanın biri olduğundan ve onun kendi kendine var olmadığında hepsi anlaşmıştır ve hiç kimse bunun aksini söyleyemez.

Gelelim şimdi, insanlara:
İnsanlar can ve gönülden Tanrı’yı severler, O’nu isterler ve O’na yalvarırlar, her şeyi O’ndan beklerler ve neleri var, neleri yoksa hep Ondandır.

O’ndan başkasını kendi üstlerinde kudret ve tasarruf sahibi olarak bilmezler.

Böyle bir mana ne inkâr ne de iman demektir.
O’nun içimizde bir ismi yoktur.

Fakat içten dil oluğuna doğru, o mana suyu akınca donar, şekil ve cümle olunca ona küfür ve iman adı verilir.

Bunun gibi bitkilerin de yerden çıkmaya başladıkları zaman evvela bir şekilleri yoktur.

Fakat bu dünyaya yüz çevirince, önce latif ve nazik görünür, rengi beyaz olur.

Bu dünyada adım atıp ilerledikçe kirlenir, kabalaşır, rengi değişir.
Yalnız mümin ve kâfir bir arada oturdukları zaman, birbirleriyle konuşmazlar, söz etmezlerse birdirler.

Düşünce muaheze (Azarlama, paylama, çıkışma, darılma, tenkit) edilmez.
(İnsanın) İçi hürriyet âlemidir, düşünceler latiftir (Yumuşak, hoş, güzel, nazik) onlara hükmolunamaz.

Biz görünene hükmederiz, sırları Tanrı bilir.”
(Hadis) buyrulmuştur.

Bu düşünceleri sende Yüce Tanrı meydana getiriyor ve sen bunları yüz bin çalışıp çabalama ve Lâ havle (Kendi kuvvetinle) ile kendinden çıkarıp atamazsın.

İşte bu yüzden:
“ Tanrı’nın alete ihtiyacı yoktur” derler.

O, tasavvurları ve düşünceleri, kalem ve boya gibi aletler olmadan, sende nasıl hâsıl (Ortaya çıkarttığını) ettiğini görmüyor musun?

Düşünceler, havadaki kuşlar ve yabani ceylanlar gibidir.
Bunları yakalayıp kafese koymadan önce satmak şeran caiz değildir.

(Tamamını öğrenmeden, senin yetkine sorumluluğuna girmeden başkasına öğretmek, vermek din kurallarına göre uygun değildir)

Havadaki kuşu satamazsın.
Satışta satılan şeyi teslim etmek şarttır.

Mademki buna gücün yetmiyor öyleyse neyi teslim edeceksin?
Düşünceler içimizde oldukça adları, sanları ve alametleri yoktur, bu yüzden onların ne kâfirlikleri be de Müslümanlıkları hakkında bir hüküm verilemez.

Hiçbir kadı (Yargıç) var mıdır ki:
“ Sen içinden böyle itiraf ettin veya şöyle sattın yahut gel, içinden böyle düşünmediğine yemin et!” desin.

Diyemez, çünkü bir kimsenin içine hükmedilmez.
Düşünceler havadaki kuşlar gibidir.

İbare (Bir metinden çıkarılmış birkaç satır) ve cümle, söz haline geldiği andan itibaren onun kâfirliğine ve Müslümanlığına, iyiliğine ve kötülüğüne hükmolunabilir.

Cisimlerin âlemi olduğu gibi, tasavvurların (Akıl ve düşünce ile şekillendirme, göz önüne getirme), tahayyüllerin (Hayale getirme, hayalde canlandırma)  ve vehimlerin (Kuruntu, yersiz korku, şüphe, tereddüt) de bir âlemi vardır.

Ulu Tanrı ise bütün âlemlerin fevkindedir (Üstünde, yukarısında) ve ne içte ne de dıştadır.

Şimdi sen Tanrı’nın bu tasavvurlar (Akıl ve düşünce ile şekillendirme, göz önüne getirme) üzerinde ki tasavvura bak?

Onları niteliksiz, benzersiz, kalemsiz ve aletsiz olarak nasıl tasvir (Resmini yapma) ediyor!

Bu hayali ve tasavvuru ele geçirmek için, göğsü yarıp parça-parça etsen, bu düşünceyi orada bulamazsın.

Onu kanda, damarda, yukarıda ve aşağıda hülasa, hiçbir parçada bulamazsın.

O niteliksiz, nasılsız ve yönsüz olduğundan, dışarıda da ele geçiremezsin.
O’nun bu tasarrufu o kadar eşi görülmemiş ve latif olunca, bütün bunları yaratan O olduğuna göre, onun nişansız benzersiz ve ne kadar latif olması lazım geldiğini sen artık düşün.

Bu kalıplar insanlardaki manalara nispetle (Oranla) kesiftir (Kalın, kaba, yoğun, koyu).

Nazım:
O, kutlu ruh, eğer perdeler arkasından görünseydi,
İnsanların akıllarını vücut sayarlardı.

Yüce Tanrı bu tasavvurlar (Akıl ve düşünce ile şekillendirme, göz önüne getirme) âlemine ve hatta hiçbir âleme sığmaz.

Eğer tasavvurlar âlemine sığmış olsaydı, tasavvur edenin onu kavramış olması gerekirdi ve bu bakımdan o, tasavvurların yaratıcısı olmazdı.

İşte böylece onun bütün âlemlerin ötesinde, üstünde olduğunu anlaşılmış oluyor.

Ulu Tanrı Peygamberine dosdoğru rüyayı gösterdi.
Tanrı dilerse Mescid-i Haram’a girersiniz.”
(Fetih suresi 27)

Hepsi:
Kâbe’ye gireriz!” der.

Bazısı da:
İnşallah (Allah isterse) Kâbe’ye gireriz” diyor.

Bu inşallah (Allah isterse) diyenler âşıklardır.
Çünkü âşık kendini, elinden iş gelir ve istediğini yapar şekilde göremez.
Sevgilisini iş yapan ve faaliyet gösteren bilir.

Bunun için:
Sevgili iş yapan ve faaliyet gösteren bilir.” Diyor
İşte dışı görenler için Mescid-i Haram, halkın ziyaret için gittiği Kâbe’dir.

Âşıkların ve Tanrının has, seçkin kullarının indinde (Düşüncesine göre) ise Mescid-i Haram, Tanrı’nın visalidir (Sevgiliye kavuşma).

Bunun için:
“ Eğer Tanrı isterse, ona ulaşırız ve Didar’ı (Yüzünü görmek) ile şereflenmiş oluruz!” diyorlar.

Fakat sevgilinin:
İnşallah!” dediği enderdir.

Bunun hikâyesi pek tuhaftır.
Tuhaf olan bir hikâyeyi işitmek ve dinleyebilmek için de tuhaf (Sıra dışı) bir adam lazımdır.

Tanrı’nın bir takım kulları vardır ki onlar azizdir (Saygı değer), sevgilidir ve sevilirler.

Yüce tanrı onlara taliptir (İsteyen, istekli).
Âşıkların bütün vazifesini onlar için yerine getirir.

Aşığın:
İnşallah erişiriz!” dediği gibi, Yüce Tanrı da:
O garip (Saygı değer, sevgili) isterse! Der.

Fakat biz şimdi bunun şerhi ile uğraşacak olursak, vasıl (Tanrıya ulaşmış) olan veliler ipin ucunu kaçırırlar.

(Onlar böyle olursa) Bu türlü sırlar halka nasıl söylenebilir?
Kalem buraya geldi ucu kırıldı.

Minarenin üzerindeki deveyi göremeyen, devenin ağzındaki bir tel kılı nasıl görür?

Şimdi geldik ilk hikâyeye:
O, “ İnşallah!” diyen âşıklar:
İşi yapan sevgilidir.
O isterse Kâbe’ye gireriz” demek isterler.

Bunlar Tanrı’da gark (Boğulmuş, batmış) olmuşlardır.
Oraya bir başkası sığamaz.

Nerede başkası?
Orada başkasının sözünü etmek bile haramdır.

Kendini yok etmedikçe oraya kimse giremez.
Tanrıdan başka kimse yoktur.” (K.K.)

Ulu Tanrı, Peygamberine rüyayı gösterdi.
(Fetih suresi 27) Buyurduklarında bu rüya âşıkların ve sadıkların rüyasıdır.

 Yorumu öteki dünyada belli olur.
Bütün âlemin halleri, belki bir rüyadır ve yorumu öbür dünyada belli olacaktır.

Mesela rüyanda ata bindiğin zaman muradın olur.
Atın muratla ne ilgisi var?

Sana bütün para verdiklerini görünce, bunu yorumu şudur:
Bir bilginden güzel ve doğru sözler işiteceksin.
Para söze ne bakımdan benzer?

Seni darağacına astıklarını görürsen, bir ulusun başı olusun.
Darağacının başla ne alakası var, ona nereden benziyor?

Bu dünyanın hali de bu söylediğimiz gibi bir rüyadır ve bu hususta:
 Dünya uyku uyuyanın rüyası gibidir.”
(Hadis) buyrulmuştur.

Yalnız o rüyanın yorumları, öbür dünyada başka türlü olup, buna benzemez.
Ona, İlahi yoran (Muabbir-i İlahi) derler.
Çünkü her şey onun için keşfedilmiştir.

Mesela bir bahçıvan bahçeye girip ağaçlarına bakınca, dalların uçlarında meyve görmeden:
"Bu hurmadır, şu incirdir, öbürü nardır, öteki armut, beriki de elmadır."
Diye hüküm verebilir.

Onun ilmini bildiğinden: 
"Ne oldu?
O rüya nasıl bir sonuç verdi?" gibi tabirleri görmesi için kıyamete lüzum yoktur.

O, ne sonuç vereceğini tıpkı bahçıvanın o dalın ne meyve vereceğini peşinen bilmesi gibi başından görmüştür.

Mal, kadın, elbise gibi bütün şeyler, başkaları için istenir; bizzat matlup  (İstenilen aranan) değildir.

Görmüyor musun ki yüz dirhem paran bulunsa bu parayı yiyemezsin ve kendine yiyecek yapamazsın.

İşte bu kadın, para, evlat, şehvet ve giyecekler ise, soğuktan korunmak içindir.

Böylece bütün şeyler zincir gibi birbirine bağlı olarak, ta Aziz ve Celil olan Allah’a kadar uzayıp gider.

İstenilen aranılan O'dur ve O'nu, başka şey için değil, kendisi için isterler, çünkü O, her şeyin üstünde ve hepsinden daha iyidir, daha yücedir, daha şerefli, daha güzel ve hoştur.

Bu durumda O'nu O'ndan daha aşağı olan bir şey için nasıl isterler? 
Sonuç O'ndandır ve O'na erişmekle bütün arzularına kavuşurlar.

Artık bundan ilerisi, ötesi yoktur.
Bu insan nefsi, şüphe ve zan yeridir.

Sen ondan bunları hiçbir yolla ve hiçbir zaman yok edemezsin.
Ancak bu âşık olmakla mümkün olabilir.

Âşık olunca içinde artık hiçbir şüphe ve zan kalmaz.
"Senin bir şeye karşı olan sevgin, seni kör ve sağır eder."
(Hadis) buyrulmuştur.

İblis, Âdem’e secde etmeyip, Allah’ın emirlerine karşı gelince: "Beni ateşten yarattın da, onu çamurdan yarattın."

(Araf Suresi 12) dedi.

Yani benim zatım ateşten, onunki çamurdandır.
Yüksek olanın aşağı olana secde etmesi nasıl yakışık alır?

İşte İblis, Allah ile böyle mücadele etmesi, ona karşılık vermesi yüzünden, Allah’ın lanetine uğradı ve huzurundan kovuldu:

"Ah Allah’ım!
Hepsini sen yaptın.

Senin bozgunculuğundur.
Bir de bana lanet edip beni huzurundan uzaklaştırıyorsun." Dedi

Âdem de günah işlediği için Allah ona:
"Ey Âdem ben yaptığım halde, sen yapmışsın gibi gösterdim.

Ve işlediğin günahtan dolayı seni azarladığım halde, benimle niçin tartışmadın?

Senin delilin yok muydu?

Ve niçin bana: "Hepsi senden, sen yaptın; dünyada senin istediğin her şey olur ve istemediğin hiçbir şey olmaz, demedin.

Bu kadar yerinde, doğru ve açık bir delilin olduğu halde, hiçbir şey söylemedin." Buyurdu.

Âdem:
"Ey Allah’ım!
Biliyorum, fakat senin önünde terbiyemi elden bırakmak istemedim.
Sana olan aşkım bırakmadı ki karşı geleyim." Dedi.

Buyurdu ki:

Bu şeriat su içecek yerdir, yani kaynaktır. [Tıpkı] padişahın divanına benzer.

Orada emir, nehiy, ölüm cezası, adalet gibi padişahın hükümleri, gerek halka gerek hususi kimselere karşı mevcuttur ve padişahın divanının hükümleri sınırsız ve sayısız olup, birçok düzenleyici ve faydalı şeylerle doludur.

Âlemin kararı bununla kaimdir (Ayakta durur).
Fakat dervişlerin ve fakirlerin halleri padişahla görüşmektir.

Hâkimin ilmini bilmek nerede : (Kontrol edenin bilgisi bilmek)
İlm-i ahkâmı bilmek nerede!      (Emirler ve hükümleri bilmek)

Ve ilm-i Hâkimi bilmek ve padişahla görüşmek nerede!
(Emir veren ve kontrol edene yakın olmak)

Bunlar arasında çok büyük farklar bulunur.
Eshab ve onların durumları medreseye benzer.

Bu medresede mollalar vardır.
Her mollanın bir hocası olur ve mollaya kavrayışına, anlayışına göre bir aylık bağlar.

Birine on, birine yirmi, birine otuz kişilik kadar verir.
Biz de sözü herkesin anlayacağı, kavrayacağı ölçüde söylüyoruz.

Çünkü Peygamber:
"İnsanlarla, onların akılları nispetinde konuş." Buyurmuştur.
ALLAH daha iyisini bilir.

                     ***
FİHİ MAFİH MEVLANA HAZRETLERİ
Maarif basımevi 1954
Çeviren Meliha Ülker TARIKAHYA

                     ***
Neler öğrendik:

1.   Sözün kendisini anlamakla kalmamak lazım geldiğini, özünü, aslının anlamak gerektiğini öğrendik.

2.   Sevdiklerimizin ve istediklerimizin kokusu geldiği zaman ele geçmemiş bile olsa, sevinç ve zevk meydana geldiğini öğrendik.

3.   Amaca bakmasını bilirsek birliği bulabileceğimizi, gidiş yollarına bakarsak ayrılıkları göreceğimizi öğrendik.

4.   Peygamberler, kitaplar kabul edilmese bile herkesin Allah’ın var ve etken olarak kabul edildiğini öğrendik.

5.   Kişi sustuğu zaman içindeki hürriyet âleminde kendi egemenliği içinde rahat ettiğini öğrendik.

6.   Düşünceler söze gelmediği zaman başka birisinin bize karışmayacağını öğrendik.

7.    Ne kadar düşünsek yine Tanrı’nın verdiği şekilleri oluşturamayacağımızı öğrendik.

8.   Allah’a muhtaç olana garip dendiğini, garibin de işini Allah’ın yaptığını öğrendik.

İşte böyle yaren,

Bu dünyada yaşadığımız hayat, aslında ahrette yaşadığımız hayatta gördüğümüz bir rüyadır.

Bütün olanlar, olacaklar, çalışmak, çabalamak, istemek ve diğerleri hep Allah’a ulaşmak içindir.

Ulaşıldığı zaman bütün arzularımıza kavuşmuş oluruz.

Aşk ile seveninin sevdiğinin yaptığı her şeyi terbiye içinde razı olup yerine getirdiğini öğrendik, anladık.

Allah’ın emirlerini bilmek ilk kademedir.
Allah’ın sanatını (İlmini) bilmek ikinci kademedir.

Allah ile konuşma üçüncü kademedir.
Allah’ı görmek dördüncü kademe,

Allah’ ta kendini yok etmek beşinci kademe,
Allah ile beraber hareket etme son kademedir.

Alt kademede olanın sanki son kademede imiş gibi söz söylemesinin ve davranmasının kabul edilemez olduğunu, terbiye dışı olduğunu, yerini bilmeyen ve anlamayan kimsenin benim sözümü dinlemiyorlar, gösterdiğim yoldan gitmiyorlar diye şikâyet edenler olduğunu öğrendik, anladık.

                                        *
RAVLİ

29 Ocak 2013 Salı

FİHİ MAFİH 22. FASIL

İbni Çavuşa lazım olan, Şeyh Selehaddin aleyhinde kötü söz söylemekten dilini tutmasıdır.

Böyle yaparsa, onun bu hareketi kendisine bir fayda sağlar, kalp gözünü kaplayan karanlıklardan sıyrılır ve önündeki perdeler açılır.
İbni Çavuş onun için neler diyor?

İnsanlar böyle bir Tanrı erine ulaşmak için yurtlarını, analarını, babalarını, karılarını, çoluk çoçuklarını, akrabalarını bırakarak Hint’ten, Sind’e ( Temiz ülkeye) geldiler.

Demirden yaptırmış oldukları ayakkabıları parça-parça oldu.
Bu zahmeti, o âlemden (Tanrı âleminden) koku almış olan bir eri bulmak ümidiyle çekiyorlardı.

Bu dünyada ne kadar insanlar, özleyiş içinde ölmüşler ve bu aradıklarını bulamamışlar, böyle bir erle evinde (Oturduğun yerde) karşılaşıyorsun da bir de ondan yüz çeviriyorsun.

Bu senin için büyük bir bela (Gam, keder, musibet,  afet, ceza)ve gaflettir (Boş bulunma, dikkatsizlik, ihtiyatsızlık, ihmal, endişesizlik).

İbni Çavuş, Şeyhlerin Hak ve dinin salâhı (Selâh’ül-Hak ve’d-din) (Tanrı onun saltanatını devamlı etsin) hakkında çok güzel sözler (de) söyledi:

“ O büyük adamdır.
Büyüklüğü yüzünden bellidir, ben onun yanında bulundum” (Dedi)

Sizden bahsederken:
“ Mevlana’mız, Efendimiz, Tanrı’mız, Yaratıcımız!” derdi.
O bu tabirleri hiçbir zaman değiştirmemiştir.

Şimdi ona ne oldu?
Kötü ve bozuk niyetler mi gözlerini ondan perdeledi?

Bir gün Şeyh Selehaddin konuşurken:
“ O hiçbir şey değildir” diyor.
Selehaddin ona ne kötülük etti?

Onun kuyuya doğru gittiğini görünce, bütün insanlara karşı olan şefkatinden (Acıyarak, esirgeyerek sevmek),  ona da:
“ Kuyuya doğru gitme!” dedi.

Fakat işte bu şefkat (Acıyarak, esirgeyerek sevmek) onun hoşuna gitmedi.

Sen Selehaddin’in hoşuna gitmeyecek olan bir şey yaparsan, büsbütün onun kahrına gazabına uğrarsın.

Böyle olunca sıkıntı ve kederden gönlün nasıl kurtulur?
Gitgide cehennem dumanı içinde boğulursun.

O sana:
“ Benim kahır ve gazap, lütuf ve merhamet evimden göç.
Eğer hoşuna gidecek bir şey yaparsan o zaman, benim lütuf ve merhamet evime girersin.
Bununla için açılır, aydınlanır” diyor.

O sadece senin ve senin faydaların için sana öğütler veriyor.
Sen ise bu öğüt ve şefkatleri (Acıyarak esirgeyerek sevmek), bir takım kötü düşüncelere hamlediyorsun.

Böyle bir adamın sana ne düşmanlığı, ne kötülüğü olabilir?
Mesela sen haram olan şaraptan, afyondan veyahut sema’dan sarhoş olup zevk alırsın.

O zaman bütün düşmanlarına memnunluk gösterir, onların kusurlarını bağışlar, ellerini ayaklarını öpersin.

Bu anda iman eden, etmeyen senin gözünde bir olur.
İşte Şeyh Selehaddin senin bu duyduğun zevk güneşlerinin aslıdır.

Şevk ve neşe denizlerinin hepsi onun yanındadır.
Onun kime karşı bir kini ve garazı olabilir?

O bunu sana, bütün kullara olan şefkat ve sevgisinden söylüyor.
Yoksa bu çekirgelere ve kurbağalara karşı kötü bir duygu neden beslesin?

Kendisinde böyle bir büyüklük ve saltanat olan kimse, bu miskinlerle bir olabilir mi?

Hayat suyunun karanlık bir yerde bulunduğunu söylerler.

Bu karanlık yer, velilerin cismidir.
Hayat suyu ondadır.

İnsan bu suya ancak karanlıkta ulaşabilir.
Sen karanlığı sevmiyor, ondan nefret ediyorsun.
O halde hayat suyuna nasıl ulaşabilirsin?

Korkaklardan korkaklığı, kahpelerden kahpeliği öğrenmek istersen hoşlanmadığın ve istediğinin aksine olan pek çok şeylere katlanman gerekir.

Yoksa istediğine ulaşamazsın.                                                                                                                                                                               

Velilerin ve nebilerin makamı olan ölümsüz bir hayat kazanmak istersen, hoşlanmadığın şeylere katlanmadan, nefsindeki kötülüklerden vazgeçmeden bu nasıl olur?

Şeyh sana eski şeyhler gibi hükmediyor ve:
“ Karını, çocuklarını, malını ve mansıbını terk et!” diyor.

Eski şeyhler:
“ Karını bırak, onu biz alacağız!” derlerdi ve müritleri de buna tahammül ederlerdi.

Şeyh size kolay bir şey teklif ettiği zaman niçin buna katlanmıyorsunuz?
Sizin hoşlanmadığınız birçok şeyler vardır ki belki onlar sizin hakkınızda hayırlı olur.

Nefislerini körlük, bilgisizlik kaplamış olan bu adamlar ne söylüyorlar?
Bunlar hiç düşünmüyorlar, insan, bir kadına bir çocuğa âşık olduğu zaman ne düşkünlüklere katlanır.

Onu kandırmak, gönlünü hoş etmek için varını yoğunu feda eder.
Gece gündüz bununla uğraşır.

Bundan hiç usanmadığı halde başka şeylerden sıkılır.
Şeyhin ve Tanrının sevgisi bundan aşağı mıdır?

O ise, yapılması pek kolay olan birtakım hikmetler söylediği için şeyhini terk etmeye kalkıyor.

Bu da gösteriyor ki o henüz gerçek âşık olmamıştır.
Eğer gerçek âşık ve isteyici olsaydı, bunun birkaç misline tahammül eder ve bunlar ona baldan, şekerden daha tatlı gelir.

                     ***
FİHİ MAFİH MEVLANA HAZRETLERİ
Maarif basımevi 1954
Çeviren Meliha Ülker TARIKAHYA

                     ***
Neler öğrendik:

1.   Tanrı erleri aleyhinde bulunmanın yanlış olduğunu öğrendik.

2.   Tanrı erlerinin söz ve yaptıklarını anlayamadığımız, sonuçlarını göremediğimiz için fena diye tanımlarız; o zaman kendimizi karanlıklara atacağımızı öğrendik.

3.   Tanrı erlerinin koruyucusu Allah olduğundan eğer böyle erlere düşmanlık beslersek kalp gözümüze karanlıklar indiğini ve perdeler konduğunu öğrendik.

4.   Tanrı erlerinin sözünü ve yaptığını anlamazsak sevgimiz ve saygımızdan dolayı inşallah ileride anlarım diye susarsak görünmeyen yardım alacağımızı öğrendik.

5.   Tanrı erini bulmak için çok fedakârlık yapıldığı halde yakının da olan böyle erlere saygı gösterilmediğini hatta hiçbir kötülük yapmadığı halde düşmanlık yapıldığını öğrendik.

6.   Hayat suyunun  (Ölümsüzlük) velilerde olduğunu öğrendik.

7.   Velilerin herkesin göremediği için karanlık olarak adlandırılan âlemine girmek ve yararlanmak lazım geldiğini öğrendik.

8.   Gerçek isteyici ve âşık olunca her zorluğu tatlılıkla kabul edip aşıp amacımıza ulaşabileceğimizi öğrendik.

İşte böyle yaren,

Allah ile konuşmak istiyorsan, Allah adamına git konuş, böyle yapmakla Allah ile konuşmuş olursun.

Çünkü onlar kendini yok edip Allah ile var olmuş olan kişilerdir.

Canlısını bulursan hazinedir, ganimetinden yararlan, canlısını bulamazsan ahrete gitmiş olanlara git çünkü onlar diridir, etkendir, yetkilidir.

Kendi aklımız ve bilgimizle elde edeceğimiz sonuç ile daha önce bu yolu gidip gelmiş usta olmuşu kendimize öğretmen, kılavuz yapıp ona teslim olursak kazancımız tahmin edeceğimizden çok daha fazla olacağını öğrendik, anladık.

                                         *
RAVLİ            

28 Ocak 2013 Pazartesi

FİHİ MAFİH 21. FASIL

Şerif-i Pay–Suhte (Ayağı yanık Şerif) der ki:
O mukaddes olan ve nimetler bağışlayan (Tanrı) dünyadan müstağnidir (İhtiyacı yok), hepsinin canıdır, fakat kendisi candan müstağnidir (İhtiyacı yok). 

Senin vehminin ( Sıkıntı, yersiz korku, şüphe, tereddüt) ihata (Kavrayan, kuşatan) ettiği her şey onun kıble (Tarafı) yönüdür.
O ise (Yönden) müstağnidir (İhtiyacı yok).

Bu söz çok saçma!
Ne padişahı ve ne de kendini övmektir.

Ey sersem adam!
O senden müstağni (İhtiyacı yok) olunca bundan ne zevk alıyorsun.

Bu, dostların değil düşmanların hitabıdır.
Çünkü düşman:

“ Ben senden müstağniyim (İhtiyacı yok) , sana muhtaç değilim” der.
Sen şimdi ateşli bir âşık olan şu Müslüman’a bak!

Zevk halinde sevgilisinin kendisinden müstağni (İhtiyacı yok) olduğunu söylüyor.

Bu tıpkı şuna benzer:
Mesela bir külhancı (Şehir hamamının suyunu ısıtan) külhana oturup:

“ Sultan benden müstağnidir (İhtiyacı yok), bana ihtiyacı yoktur ve bütün külhancılardan vazgeçmiştir” derse ve padişah kendisinden vaz geçmiş olursa, acaba bunun külhancı için zevki neresinde?

Evet, külhancı eğer:
“ Ben külhanın damındaydım.
Sultan geçiyordu.
Kendisini selamladım.

Bana pek çok baktı, yanımdan geçtiği halde yine bakıyordu” derse bu gerçekten zevkli bir sözdür, fakat padişah külhancılardan vazgeçmiştir, demek ne biçim padişahı övmektir ve külhancı için bunun ne zevki olur?

Senin vehminin (Sıkıntı, yersiz korku, şüphe, tereddüt) kavrayamadığı her şey…

Ey sersem herif, senin gibi bir adamın vehminden (Sıkıntı, yersiz korku, şüphe, tereddüt), afyondan (Uyuşukluk verme) başka ne geçer!

Senin vehminle (Sıkıntı, yersiz korku, şüphe, tereddüt), hayalinle herkesin ne alakası var!

Eğer sen kendi vehminden (Sıkıntı, yersiz korku, şüphe, tereddüt) onlara bahsedecek olursan bundan sıkılıp kaçarlar.

Vehim nedir ki Tanrı ondan müstağni (İhtiyacı yok) kalmasın?
İstiğna ayeti bizzat kâfirler hakkında inmiştir.

Hâşâ (Olmaz öyle şey) ki bu hitap müminler için olsun!
Onun istiğnası (Aza kanaat etme, tok gözlülük) sabit olmuştur.

Yalnız eğer sende değerli bir hal varsa, o zaman senin aziz ve şanlı oluşundan dolayı, senden müstağni (İhtiyacı yok) olması ayrı bir mesele…

Şeyh-i Mahalle:
“ Önce görmek, sonra işitip söylemek (Gelir).
Mesela herkes sultanı görür, fakat onunla konuşan ancak, onun has adamıdır.
“ diyordu.

Mevlana buyurdu ki:
Bu yanlış, saçma ve talihsizliktir.

Çünkü Musa (Selam ona olsun) önce konuştu, işitti, sonra Tanrı’nın Didarına (Yüzüne) talip oldu.

Söz söylemek makamı Musa’nın, görmek makamı ise Muhammed’indir.
O halde bu söz nasıl doğru olabilir ve nasıl olur? Dedi.

Buyurdu ki:
Biri Mevlana Şemseddin Tebrizi’nin (Tanrı onun ruhunu takdis etsin) yanında:
“ Ben kesin bir delille Tanrı’nın varlığını ispat ettim” dedi.

Ertesi sabah Mevlana Şemseddin buyurdu ki:
Dün gece melekler gelmiş:

“ Allah ona ömür versin!
Bu dünyadakiler hakkında kusur etmedi ve Tanrı’ya şükürler olsun ki bizim Tanrı’mızı ispat etti” diye o adama dua ediyorlardı.

Ey zavallı adamcağız, Tanrı’nın varlığı sabittir buna delil istemez.
Eğer bir iş yapmak istiyorsan, kendini derecen ve makamınla onun önünde ispat et.

Yoksa O delilsiz olarak sabittir.
Hiçbir şey yoktur ki O’na hamd ederek şanını tenzih (Her türlü eksik ve noksandan uzak) etmesin
(İsra suresi 44) bunda şüphe yoktur.

Fakihler (Mollalar) akıllıdır ve kendi fenlerinde her şeyi yüzde yüz görürler.
Fakat bunlarla o âlem arasına Yecuzu (Caiz “ Uygundur) Lâyecuz (Caizdeğildir ‘Uygun değildir’) kaydında bulunduklarından, bir duvar çekmişlerdir.

Eğer bu duvar onlara perde vazifesini görmezse, onlar hiç okuyup öğrenemezler ve bütün bu işleri de yüz üstü kalır.

Büyük Mevlana (Tanrı onun aziz olan ruhunu takdis etsin) bunun benzerini buyurmuştur:

O Alem deniz gibidir.
Bu dünya köpüğe benzer.

Aziz ve Yüce olan Tanrı bu köpük parçasını bayındır kılmak istediğinden birçok insanların arkalarını denize çevirmiştir.

Onlar eğer bununla meşgul olmazlarsa birbirini yok ederler.
Bu yüzden o köpük parçası da yıkılır, harap olur.

O halde bu, padişah için kurulan bir çadırdır.
Bir milleti, bir çadırı onarıp yapmak için meşgul ederler.

Biri der ki:
“Eğer bu ipi takmasaydım çadır dik durur muydu?”

Öbürü:
“Eğer çivi (Kazık)yapmasaydım ipleri nereye bağlarlardı?”

Böylece herkes bilir ki bunların hepsi o şahın kölesidir ve bunlar da çadır da oturup sevgililerini seyredeceklerdir.

Eğer çuhacı vezirlik için, çuhacılığı bırakırsa bütün dünya çırçıplak kalır.
İşte bunun için ona işine karşı öyle bir zevk bağışlamışlardır ki o, bu zevkle her şeye razı olur ve sevinç duyar.

Şu halde o ulusu, bu bir köpük parçası gibi olan dünyaya düzen vermek âlemi de velinin nizamı için yaratmışlardır.

Ne mutlu o kimseye ki âlemi onun işlerini nizama koymak için var etmişlerdir!
Yoksa âleme düzen vermek için yaratılmış olanlara değil.

Aziz ve Celil olan Tanrı her birine işinde bir sevinç ve zevk bağışlar.
Çünkü o adamın yüz yıllık ömrü olsa, aynı işi yaptığı halde, işine karşı duyduğu aşk daha çok artar ve kendisine işinin incelikleri ilham oldukça, bundan daha büyük bir zevk ve tad alır.

Hiçbir şey yoktur ki O’na hamd ederek şanını tenzih etmesin
(İsra suresi 44)

İpi yapanın ayrı, çadır direğini yapan marangozun ayrı, kazık yapanın ayrı, çadır bezini dokuyan dokumacının ayrı ve çadırda oturup eğlenen, içen velilerin ise ayrı bir tespihi vardır.

İşte bu topluluk bizim yanımıza geliyor.
Eğer susacak olursak incinirler.

Bir şey söylesek, onlara göre söylemek lazım geldiğinden, o zaman biz inciniriz.

Çünkü gidip:
“ Bizden sıkıldı, usandı ve bizden kaçıyor” diye dedikodu ederler.
Odun tencereden nasıl kaçar?
Kaçsa - kaçsa tencere kaçar.

Çünkü ateşe dayanamaz.
Odunun ve ateşin kaçması kaçma değildir.
Belki onun zayıf olduğunu gördüğü için ondan uzaklaşır.

İşte bu yüzden bütün hallerde tencere kaçmaktadır.
Bizim kaçmamız da onların kaçmasıdır.,

Biz aynayız.
Onlarda bu kaçma olunca bu bizde görülür ve biz onlar için kaçıyoruz.
Ayna (İnsanların) onda kendilerini seyrettiği şeydir.

Onlar bizi sıkılmış bir halde görüyorlarsa bu, kendi sıkıntılarıdır.
Onun için buraya sığmaz.
Onun burada işi ne?

Hamamda şeyh Selehaddin’e büyük bir alçak gönüllülük gösterdim.
Şeyh de bana karşı fevkalade mütevazı hareket etti.

Onun bu hareketi karşısında dert yandım ve içime şöyle geldi:
Tevazu’nun hududunu aşıyorsun.

Yavaş-yavaş tevazu göstermek daha iyidir.
Önce onun elini yıka, sonra ayağını, sonra da azar-azar görünmez hale getir.

O zaman buna alışır ve zahmete sokmak, hizmete karşılık hizmet etmek hissi duymaz.

Çünkü sen bu şekilde, onu alçak gönüllülüğe yavaş-yavaş alıştırmış olursun.
İşte dostluğu ve düşmanlığı da böyle tedricen (Derece-derece, yavaş-yavaş, azar-azar) göstermek lazımdır.

Mesela düşman olan birine önce azar-azar öğüt verirsin.
Dinlemezse döversin, yine aldırış etmezse onu kendinden uzaklaştırırsın.

Kur’ân da buyrulmuştur ki:
Serkeşlik (Dik başlı, başkaldıran, inatçı, itaatsiz) etmelerinden endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın, onları dövün
(Nisa suresi ayet 34) 

Dünyanın işleri böyle yürür.
Baharın barışını ve dostluğunu görmüyor musun?

Başlangıçta azar-azar sıcaklık gösterir, sonraları artırır.
Ağaçlara bak.

Sıcaklık yavaş-yavaş geldiği zaman önce gülümser, sonra azar-azar yaprak ve meyvelerden elbiseler giyerler.

Dervişler gibi hepsini birden ortaya kor ve varlarını yoklarını feda ederler.
İşte bunun için dünya ve ahret işlerinde de kerkim acele gösterir ve mübalağa ederse, bu iş ona müyesser (Kolay) olmaz.

Riyazet (Açlıkla nefsini terbiye etmek) isteyen için şu yolu göstermişlerdir:

Bir batman ( 7,375 kg.) ekmek yiyebiliyorsa, her gün bir dirhem azaltacak olursa gitgide, aradan bir veya iki yıl geçmeden, ekmek yarım batmana inmiş olur.

Bunu öyle yapar ki vücudu bu azalmanın farkında olmaz.
Bunun gibi ibadet, taat, halvet ve namaza teveccüh (Yakınlık duyma, hoşlanma, sevgi, kolay elde ediş, yönelme, çevrilme, doğrulma) etmek de aynen böyledir.

İnsan önce yalnız namaz kılmazsa nasıl Tanrı yoluna girer?
Evvela, bir zaman beş vakit namazını kılıp, sonradan artırır.
Bunun sonu gelmez….

                     ***
FİHİ MAFİH MEVLANA HAZRETLERİ
Maarif basımevi 1954
Çeviren Meliha Ülker TARIKAHYA

                     ***
Neler öğrendik:

1.   Allah’ı ispat etmek için uğraşmamak gerektiğini öğrendik.

2.   Kendimizi Allah önünde kendi derece ve makamımızı ispat etmeye uğraşmamız gerektiğini öğrendik.

3.   Allah’ın dünyayı güzelleştirmek için her yarattığına görev verdiğini ve bunun için uğraşıldığını öğrendik.

4.   Allah’ın herkese işine karşı zevk bağışladığını, kişinin zevkle her şeye razı olarak ve sevinç içinde çalıştığını öğrendik.

5.   Gönül aynasını temiz edenlerin karşılarında olan kişinin istek, dilek ve huylarının o aynada görüldüğünü öğrendik.

6.   Alçak gönüllülüğü yavaş-yavaş göstermek gerektiğini öğrendik.

7.   Dostluğu ve düşmanlığı göstermek için yavaş davranmak gerektiğini öğrendik.

8.   Dünya ve ahret işlerinde acelecilik etmemek gerektiğini öğrendik.

9.   Namazı yalnız kılarak Tanrı yoluna girmemiz gerektiğini öğrendik.

 İşte böyle yaren,

Var olanı göremeyene ne kadar uğraşsan yine göremeyecektir, görse bile ne olduğunu anlayamayacaktır.

O halde başkasına bir şey ispat etmek uğraşmak yerine, kendi gelişmemizi, düzeltmemizi, temizliğimizi yapmalıyız.

Bunların da Tanrı’nın istediği gibi olmasına çalışmalıyız.

Gerçeği göremeyen aydınlık bir göze sahip olmayanın, anlattığını yaşamayanın anlatımları konunun başında anlatılanlar gibi anlaşılmayan, kabul edilmeyen sözler olacağını öğrendik, anladık.

 Yavaş-yavaş, azar-azar önerisinin her adım atmadan önce ne sonuç getireceğini düşünülmesi ve tepkilere göre ayar yapabilecek durumu kaybetmemek içindir.

Sözün sonunu baştan söylemek, kesin tavır almak, kazanılacakları yok eder, ilişkiyi ya bozar ya da devam ettirmeye olanak bırakmaz.

                              *
RAVLİ

Popüler Yayınlar