Kalıcı mülk sahibi olan, ilim
ve bilgisine akıl sahiplerinin dili tutulan, Tanrının adıyla.
Adı canlara
ferahlık verir; toplananların önsözüdür,
dizilimin ilk birinci yazısıdır.
Diller, damaklar, adıyla
Tatlılaşır; kılıçlara benzeyen diller, anışıyla parlar, keskinleşir.
Onun adı anılmadan meydana
gelen, duyulan koku, solup giden bir renkten ibarettir; onun adı anılmadan kazanılan
ad-san, bir ayıptan başka bir şey değildir.
Öyle bir mülk sahibidir ki
bütün varlıklar, onun zatına karşı aşağıdır, hiçten başka bir şey değildir.
Zatı, bildiğimiz her şeyden
üstünken onu nasıl anlatmaya gücümüz yeter?
Sanatının elinde, bir topa
benzeyen yeryüzü, göklerin çevgeni (Golf sopası)
önüne düşmüş, yuvarlanıp durmadadır.
Hiç kimsenin aklı, onun
yüceliğine eremez; bundan dolayı da hiç kimse, onun nimetlerini hakkıyla
bilemez.
Bütün âlemin hiçliği, onu
ispat etmek etmektir; bütün âlem, onun zatına delildir.
Sıfatları, zatının zuhurudur
(görünmesi); iyice dikkat edersen görürsün ki her şey, zatının gerçekliğinin görünmesidir.
Her şeyin varlığı, onun varlığının
gölgesidir; her varlık, onun kudretindeki sanatın eserleridir.
İyi, doğru söyleyen biri,
zatı anlatırken, Tanrı’yı bir bilmek, bütün izafi (bağlı
bulunduğu şey ile değişen) şeylerden geçmektir denmiştir; ne de yerinde
söylemiştir bu sözü.
Ne rütbedir ki aydan balığa
dek ne varsa, onun zatına nikbetle (kıyasla) bir
karaltı içindeki bir kıldır sanki.
Ne yüceliktir ki müstağnidir (doygun) her şeyden; bunca akıl ve can, onun yüceliğine
karşı bir oyundur, bir oyuncaktır ancak.
Ne ululuktur ki canda bir
belirse, her zerreden yüzlerce tufan zuhur eder.
Ne birliktir ki o birliğe bir
kıl bile sığamaz; o birlikte cihanın bir kıl kadar değeri yoktur.
Ne rahmettir ki İblis bile o
rahmetin bir zerresini bulsaydı İdris’ten topu çeler, kapardı.
( İdris
Peygamber, perhizle menkul olur, ibadetleri ile ruhunu bedenine galip gelir
ekseriya ruhu gökyüzüne yükselir ve arı duru hale gelen canı melekler ile
görüşürdü)
Ne gayrettir ki âleme bir
düşse bir anda iki âlem de birbirine girerdi.
Ne heybettir ki güneş bile,
bir zerre ondan mahrum kalsaydı ebedi olarak gölgede kaybolur giderdi.
Ne huzurdur ki herkes ancak
orayı büyük tanır; ondan başkasının kapısına, kimse yol bulamaz.
Ne sanattır ki başkasından
elde edilmemiştir; ezeli ve ebedidir; ne eksilir, ne artar.
Ne kuvvettir ki dilerse bir solukta yeri de mum gibi eritir gider, göğü de.
Ne şerbettir ki can, ‘’Rableri onları suvarır’’(Rableri onlara tertemiz bir
içki içirir)
(İnsan
suresi 21) ayetini okuya, okuya kanlara dalar.
Ne alandır ki âlem olmasaydı
da bir kıl ucu kadar yer bile eksilmezdi o alandan.
Ne sonsuzluktur ki aklın,
anlayışın gözü, onun sonsuzluğundan yerlere düşer; sonunu göremez.
Ne mühlet veriştir ki zamanı
gelip çattı mı, bir kılla bütün bir âlemi tuzağa düşürür.
Ne şiddettir ki delil
getirmek, özür beyan etmek için elde ne susmak azığı vardır, ne söylemek
kudreti.
Ne birliktir, ne istiğnadır ( nazlanma) ki bunca erkek, bunca kadın, koştular
gittiler de izinin tozunu bile bulamadılar.
Ne gaflettir (uyku) ki bizi zincire vurmuş; yoksa bizde hiçbir kusur
yok.
Ne takattir (güç) o ki bize emanet olarak verilmiş candan olduk mu,
emanete hıyanet etmemiş varalım.
Ne hasrettir bizdeki?
Ama bu hasret de hiçbir fayda
vermez bize.
Aşk âleminin ne önü vardır,
ne sonu; oraya gönül kanından başka bir kılavuz yoktur.
Birisi âşık oldu da baştan
ayağa dek aşk kesildi mi, gül gibi ilk adımda kana gark olur.
Efendim benim, çok beyhude (boşuna) laf ettim; olmuş, olmamış, birçok söz
söyledim.
Asinin suçu yüzlerce âlem dolusu
olsa, bir zerrecik ihsanın bile ondan çoktur, ondan üstündür.
Bizde kusurdan başka bir
kulluk yokken bu azıksız bir avuç toprağın ne değeri olabilir?
Şimdi değil mi ki iş bu hale
geldi; Tanrım, lütfet; bizi, bize bırakma.
Nelikten, nitelikten münezzehsin;
âlemden de ötesin, âlemdekilerden de öte.
Tanrı, rahmetin, herkesi, her
şeyi kaplar; o deryadan bir katrecik (küçük damla)
lütfet; yeter bize.
Şu suçlu halkın suçlarını o
deryada bir kerecik yıkayıp arıtsan,
O derya, bir an bile
bulunmaz; ama bütün âlemin işi iş olur; bütün alem arınır, aydınlanır.
O rahmet denizinden bir
katresini halka bölüştürsen ne eksilir o denizden?
Ne hoştur kuldan feryat,
Tanrıdan imdada yetişmek; kulla Tanrı arasında bir niyazdır, bir nazdır bu.
A kul, bütün âlemde bir tek
bile aşinan (bilen, tanıyan) yok, kimin kimsen
yok; neden boyuna kendine ağlamazsın?
Evinde yüz tane aşinan olsa
öldün mü, hepsi de yabancı kesilir.
Ama bu derdi kolayca
vermezler sana; bir saman çöpünün avucuna koca bir dağı sunmazlar.
Ecelden önce bir an ölürsen,
o solukta bütün âleme sahip olursun.
A dosttan ayrı düşmüş kişi,
kimden bu çeşit uzak kaldın, bir anlasan,
Hasretle bağrını, böğrünü
dağlar, perperişan başını dizine dayar kalırdın.
Tanrı yoluna girmeyi layık
görüyorsan kendini, heva ve heves gözüne tümden mil çek.
( günlük
ve çevresel etkilere karşı kendini korumak amaçlı yalnızlığa çekilmek.
Yani kargaşadan
kurtulup ben kimim?
Neyim?
Yolun neresindeyim?
Nereye gidiyorum?
Vb. soruları
kendine sormak yerini durumunu değerlendirmek amaçlı yalnızlık)
İstek, dilek gözün görmez
olursa, seni doğru yola götürecek gözün, görmeye başlar.
(ihtiyacın sınırı içinde kalarak bu sınır dışındakiler için,
isteğim yok de kendine)
Şaşıp kalışın sonu görünmez;
bir iğne bile deryadan haraç alır.
(Sessizce
gözlemlersen hayrette kalacağın birçok şeylerin farkına varırsın.
Küçük dediğin bile
büyüğü nasıl haraca bağladığını, gemlerin ele geçirip yönlendirdiğini, bağlayıp
hareketsiz bıraktığını görürsün.
Yani
dikkatsizliğin, uyumakta olduğun, oyalandığın zaman göremediklerini görürsün)
Dünyayı iki kapılı bir
kervansaray bil; bu kapıdan girdin mi, ötekinden çıkarsın.
Sen gaflet içinde uyuyup
kalmışsın, hiçbir şeyden haberin yok; İster dile ister dileme; sonunda
öleceksin.
İster yoksul ol, ister
padişahlar padişahı; yoldaşın, üç arşın bezle on kerpiç. (Mezarın)
Felek, bir hayli yalımlar
vermiş, bir hayli, âlemi aydınlatmıştır ama kimseye ölümden kurtuluş yok.
Sonunda dilediğin,
dilemediğin her şeyden ayrılacaksın.
Balıktan Ay’a dek âlem, senin
olsa, gene sonunda bu kapıdan çıkıp gideceksin.
İskender bile olsan fani
dünya, bir gün ağır, değerli elbiseni kefen eder.
Azizim, padişah sen yokken, kendisi için bir
yere bir define koydu.
Takdir ederse o defineyi
oradan kaldırır alır; dilemezse öylece bırakır.
Vefasız dünyanın nuru, piri
yoktur; hiçbir an, yassız düğünü, derneği bulunmaz.
Sana gümüş verse taş eder; bir
özür getirmeni dilerse özrünü aksak kılar.
Ayrılığı olmayan buluşup kavuşmak, kimseye nasip olmaz; tikensin gül, sinek üşmeyen şeker yoktur.
Gamsız hiçbir kimseyi
bilmiyorum ki bir an olsun varayım, ona elimi süreyim de kutlanayım.
Yürü, ağır gam yükünün altına
gir; boyuna can çekiş; can isterlerse de ver gitsin.
Ben sende o erliği, o gücü
göremiyorum ki mezara girmeden göğe ağasın.
Âdem, bir buğday için altı
yüz yıl derd içinde kalmadı mı, yeryüzüne kanlı gözyaşı dökmedi mi?
Ona bile bir buğday tanesi,
yüzlerce bela olursa, senin de bir lokmayı bile gamsız yemen yerinde değildir.
Benim de karım ziyan oldu
gitti; senin de; feryat benim de şu varlığımdan, senin de şu varlığından.
Ey dünya, senin cefandan şad
olan kimdir?
Senin bütün cevrin, cefan da
yelden ibarettir, dönüp duruşun da.
Dünyanın, senin işin yüzünden
gamlanmadığı meydanda; peki, ne diye tutuyor da onun eliyle başına toprak serpiyor,
yaslara batıyorsun?
Dünyanın senin gibi nice güveyi var; nice
bayramlar hatırlar, nice düğün, dernekler bilir.
Ben bir ömürdür hem dem
bulayın da ona sırlarımı açayım, onunla dertleşeyim derim; bu isteğin peşinde
koşarım.
Ama bana uygun bir tek solukdaş
göremem; feryat bu münafık (ikiyüzlü) eşten dosttan.
Değimli ki toprağa girmek
için anandan doğdun; şu aşağılık yerde ne diye köşk kurar, saray yaparsın?
Değil mi ki bedenin, toprakta
yok olacak, çürüyüp toprağa karılacak; pencereni ne diye göklerin yücesine
ağdırır da açarsın?
Altınla, gümüşle dolu bir
hazineye sahip olsan da bir an zahmet çekmeden, derde düşmeden bir yudum su
bile içemezsin.
* Sen
kendi derdine yan; kimsecikler senin derdinden haberdar olmaz.
Ama ne
söyleyeyim ki senin de kendi derdinden haberin yok.
Yerin, toprağın altı ama
tertemiz can, tertemiz topraktan yoğrulmuştur.
Senin aslın meleklerin secde
ettikleri Âdem değil mi?
Senin başında halifelik tacı
yok mu?
* Sen
halife oğlusun, külhanı (ateş cüruflarının olduğu yer)bırak; gül bahçesine git; şu ağırcanlılıktan vazgeç.
Mısır’da padişahlık senin;
sen ne diye Yusuf gibi kuyunun dibindesin?
* Ama
senin devin (nefsin), Süleyman tahtına oturmuş
da o yüzden mülküne hükmün geçmiyor.
* Sen
önde de padişahsın, sonda da; ama görenin gözü şaşı.
* Biri
iki görüyorsun, ikiyi de yüzlerce; oysaki bir ne, iki ne?
Hepsi de sensin.
Ekmek ve elbise derdini ne
vakte kadar çekeceksin?
Ne vakte kadar halkın
ayıplamasından çekineceksin?
Aslında şaşılacak bir
yaradılışın var; bir palaspare(Eski-yırtık elbise),
atlas kumaşa eklenmiş.
Her solukta huzura ermeye,
vuslata erişmeye çalışırsan, ‘’secde et yaklaş’’
ayetinden kaftan giyersin.
(Alak
sure 19)
Nice zamandır beyhude (yararsız, anlamsız. Boşuna) düşüncelere daldın da
yaradılışını yıprattın gitti.
A uykuya dalmış adam, aklın
varsa kalk da ihtiyaç kapısını üstüne ört kapat.(sahip
olduğum yeter de)
Âdemoğlunun gönlünde ne de
hırs var; âlemde nasıl da şaşkın, nasıl da başı dönmüş.
Ey harisliği (doymazlık) yüzünden gözü körleşen, çukurun ta dibine
çöken,
Sen gebermedikçe hırsın
azalmaz; senin hırs yaranın mehlemi gebermektir ancak.
Dünyanın ağzına kadar dopdolu
kadehini çektin durdun; bunca dünya malını ne yapacaksın?
Billahi bütün dünya malı
mülkü, yol erinin gözünde bir arpaya bile değmez.
Feryat şu sinek yiyen
örümceklerden biri, hepsi de akrabalar gibi leş peşinde
Feryat şu ağızlarında laf
çiğneyen karınca tabiatlılardan; hepsinin de karıncalar gibi ne kılavuzu var, ne
yol gözcüsü.
Feryat şu bir avuç kuruyup
ufalanmış kemik parçalarından; hepsi de fareleşmiş köpek tabiatlı
Ey gece gündüz gam yiyen ey
hırs elinde çaresiz kalan,
Hırs, bir yular gibi boynuna
bağlanmış; senin yuların hırs, devenin yuları kayış.
Rızık veren Tanrı’dan emin ol;
sabret, rahat otur artık.
O, kâfirin bile rızkını
kesmezken, akıllı adamın nasıl olur da keser?
Ey dost, seher çağlarında tembellik
etme; sağ, esensin; tembel olma.
Seher çağında uyanık oldun da
duaya koyuldun mu o anda dilediğini elde edersin
O tapıdan hil’at (kaftan, giysi) giyenler, hep seher çağında giyerler.
O bağın bahçenin kapısını seher
çağlarında açarlar; onun yüzünü, hasret çekenler, özleyenler seher çağlarında
gösterirler
O sırada sana padişahlık gerekse,
Muhammed’in kapısında yoksul kesil, dilediğini o kapıdan iste
***
İLAHİNAME II FERİDEDDİN-İ ATTAR M.E.
B. ŞARK İSLAM KLASİKLERİ
*
RAVLİ