Belh beyiyle kızı 231
Tedbiri pek yüce ve doğru bir
bey vardı; yurdu Belh’in sınırındaydı.
Adaletle, insafla buyruk
yürüten temiz dinli bir beydi; feleğe yücelmişti de durağı yeryüzündeydi.
Erlikte, askere sahip oluşta
pek kuvvetliydi; o din Kâbe’sinin adı Ka’b dı.
Tedbirinden güneş de feyiz
alırdı, ay da; cömertliğinden hüner ehli olanlar, hem ad san kazanırdı, hem
rızık elde ederlerdi.
Adaletinden, o civarda kurtla koyun bir arada yaşar, birbirisi ile uzlaşırdı.
Onun heybetinden denizlerin
suları bile coşkunluktan kalır, taş içindeki ateş gibi susardı.
Bir dünya bile zahmetle
yıpransa, onun lütfüyle bir an içinde o zahmet hatırından çıkardı.
Kahrından ateş donsa, ağaçta
gizli kömüre dönerdi.
Onun mevkii yüzünden yücelik
bile kuyuya düşmüştü; ne söylüyorum, yüceliğini yitirmiş, yolunu kaybetmişti.
Hilminden (yumuşaklığından) dağ öylesi yerinde durakalmıştı; yer yüzükoyun
toprağa döşenmişti.
Ateş, onun öfkesinden gönlü
daralmış bir halde geçip gitmişti; ama gözleri de yaşlıydı, bağrına da taş
basmıştı hani.
Gökyüzünün güneşi, onun
nurundan nurlanmıştı da ta uzaklardan dünyaya aydınlık bağışlamadaydı.
Cömertliğinden deniz de coşup
köpürmüştü, maden de; inci, denizde katı bir yere sığınmıştı; maden yer altında
sıkışıp kalmıştı.
Gül yaprağı, lütfüne el
açmıştı; ama utancından da perde altına girmişti.
Onun huyundan dünyada misk,
bir nefes almıştı; dünyadan geçmiş, ahrete varmıştı.
Bu güzel gönüllü bey’in, âlemde
eşi, benzeri bulunmayan bir oğlu vardı.
O delikanlının güneş gibi bir
yüzü vardı; önünde ay bile ona kul köle olmuştu.
Padişah ona Haris adını
takmıştı; ona karşı ay bile, ikizler burcu gibi kemer kuşanmış, kul (Sevgiyle bağlanmış)
kesilmişti.
Bir de perde ardında bir kızı
vardı; can gibi tatlıydı ona; pek aziz tutardı onu.
O gümüş bedenliyi Arabın
ziyneti diye anarlardı; gönülleri alt üst eden, gönülleri alan görülmemiş bir
güzeldi.
Güzelliği, dünya yüzündeki
güzellik yurdunu zaptına almıştı; güzellik denilen de ancak onun güzelliğiydi.
Akıl, onun sevgisiyle deli
divane olmuştu; o güzel, güzellikle dünyaya bir masal kesilmişti.
Birisi, onun sevgisiyle deli
divane olmuştu; o güzel, güzellikte dünyaya masal kesilmişti.
Yeni ay, gökyüzünde onu gördü
mü, ibrik gibi her zaman, yere diz çökerdi.
Rıdvan (cennetteki hizmet
eden erkek hizmetçi), onun alnını görünce Adin cennetini bile şansız, şöhretsiz
görürdü.
Saçlarını yere doğru salınca
gökler, yeryüzüne hasedinden kıvranmaya başlardı.
Bademe benzeyen göz
çukurlarında öylesine iki nerkis vardı ki sanki tuzağa düşmüş iki büyücüydü,
iki zenci çocuğuydu da.
Her biri, eline aldığı yayla,
canı istediği yere ok atıyordu.
Bakış oku, kemanın yayını
çekmeye başlayınca âşıkların gönüllerini hedef ederdi.Şeker, o lal dudaklara nispetle tatsız kalırdı; çünkü o lal dudaklarında hem zehir vardı onun, hem panzehir.
Ağzı, terü taze incilerin bir
hokkasıydı ki oradaki incilerin her biri, öbüründen daha değerliydi.
Otuz diş, mercan gibi
dudaklarının arasından göründü mü canlar dökülür saçılırdı onlara.
Lal dudakları bir mücevher
kadehti; şarabı da arı duru Kevser suyuydu.
Felek, onun gümüş gibi topunu
görmeseydi bir top gibi başsız ayaksız nerden dönüp duracaktı?
Güzelliğini övmeye imkân yok;
o güzellik hayalime sığmaz ki benim.
İnsanlara dair ne duyduysan
duydun ya; tabiattaki letafet (hoşluk) yüzünden ona benzer bir tek insan bile
yoktu.
Söze girişse bir solukta
meramını şiirle söyler, inci dizisi gibi sözler dizerdi.
Şiir söylerken o kadar tatlı
dilliydi ki sanki sözlerinde, dudaklarında bir lezzet vardı.
Babası, boyuna onunla meşgul
olur, onun gönlünü alır, ona riayetlerde (saygı, gözetme, ağırlama) bulunurdu.
Derken babası ölüm haline
geldi; o çocuğu huzuruna çağırdı.
Ona kız kardeşini tapşırıp
dedi ki: Buna göz kulak ol, riayette (saygı,
gözetme, ağırlama) bulun.
*Ne yapmak lazımsa onu yap;
her gününü, öbür gününden daha iyi, daha güzel bir hale getir.
Birçok ünlü kişiler bu kızı
benden istediler; birçok yüce kişiler; padişahlar buna talip oldular.
Kimseye vermedim; artık sen,
kimi münasip görürsen ona ver; sen bilirsin.
Bu söze, bu vasiyete Tanrı’yı
şahit tutuyorum; canımı perişan bir hale sokma.
Babası oğluna neler dediyse
oğlu da o sözleri, o vasiyetleri kabul etti.
Sonunda babasının tatlı canı
bedeninden ayrıldı; artık niçin geldi bu dünyaya, neden gitti; orasını bilmem
ben.
Gökler gibi bir hayli alt üst
oldu; sonunda başı da toprağa düştü, ayağa da.
Tanrı yayını çekmeye insanın
kolunda güç yoktur; bu gelip gitmek hususunda kimsenin bir şeyden haberi
olamaz.
Şu yaradılış nedendir,
neredeydik; dünyaya gelen sonunda niçin gider; kim bilir bunu?
Babası, Tanrı tapısına
gidince oğlu, padişahlık tahtına geçti.
Dünyayı adaletle, insafa
parlattı; dünya onun yüzünden, Nuşirevan’ın zamanını yeniden buldu.
Halka, askere paralar verdi;
nice büyük kişilere davullar, bayraklar ihsan etti.
Aklında sevdalar taşıyanların dileklerini yerine getirdi, umduklarını verdi; nice zalimleri de baş aşağı edip mahveyledi.
Kız kardeşini de güzellikle,
nazla, iyilikle can gibi esirgemedeydi.
Şimdi dinle: dönüp duran
felek, ona ne oyunlar etti?
Haris’in hazinesine bakan bir
kulu vardı.
O ay yüzlünün adı Bektaş’tı,
bilmem ki onunla kim eş olabilirdi?
Güzellikte, dünyada şaşılacak
bir şeydi o; aşkının gamı da bir çıkmaz oyuna daldırmıştı onu.
Güzellikte örnek
gösterilmedeydi; bütün âlem, ona kavuşmayı dilemekteydi.
Yüzünün aksi, bir görünseydi,
duvardaki resim bile canlanır, onu dilerdi.
Hintliye benzeyen siyah
saçları bir kinlenseydi, zencilerin kıvırcık saçları gibi kıvrım, kıvrım
olurdu.
Saçları, baş eğmeyenleri kul
ederdi; hepsinin de canlarını yoluna saçmalarına sebep olurdu.
Kaşlarını bir çattı mı, adeta
kurulu oka benzerdi.
Peşin zevki, neşeyi vadeden
gözleri, bu vaadi yüzünden pek baygındı.
Kirpiklerinin safı, saflar
bozar, dağıtırdı; iki yandan ok yağmurlarıyla hepsini bozguna uğratırdı.
Delinmiş lal’e (kırmızı taş)
benzer bir ağzı vardı ki orada, delinmemiş otuz inci gizlenmişti.
Lal’e benzer dudaklarıyla
örtülü o incilerden biri delinmiş olsa bile ancak elmasa benzer diliyle
delinebilir; o inci ancak o, söz söylerken görülebilirdi.
Dudağı, ebedi ömre ferman
yazmıştı; çünkü o dudak, cana abıhayattı.
Dişlerinden ancak rivayet
yoluyla bahsedilebilirdi; çünkü bir mim içinde otuz iki ayet vardı o
dudaklarda.
Diyebilirsin ki güzellikte
Yusuf’tu; ama onun çene topağındaki kuyudan nasıl bahsedebilirsin?
Onun vasfında ne vakte dek
akıldan, fikirden kalacağım?
Değil mi ki onun bir topu olmuşum, susayım gitsin.
Köşkün karşısında pek büyük,
pek güzel bir bahçe vardı; orada adeta bir cennetti o bahçe.
Bülbül, aşktan bütün gece
uyumaz, güle tikenden çektiklerini söyledi.
Gül de gonca haline gelir,
yüzlerce nazla, yüzlerce işveyle şekerler gibi gülmeye koyulurdu.
Yemyeşil beşiğinde gül,
kanlara batmış bir çocuğa benzerdi.
Seher yeli, Zeliha gibi
koşar, gülün eteği, Yusuf’un eteği gibi yırtılırdı.
Hızır’a benzeyen yel o
bahçeden geçmişti de her tarafı yemyeşil bir hale getirmişti.
Yıldız ağması, şimşek
çakması, keskin kılıç gibi çekilir, her yanı parlatırdı; bulut, yağmurun
dizginini yüzlerce defa salıverirdi;
Bulut, yeşilliğe el çeker
dururdu; fakat eli, yağmur katrelerinden incilerle doluydu.
Menekşe, hizmet için başını
eğmişti; ama kendi ayağını öpebilmişti ancak.
Erguvan, birden kanlara
bulanmıştı da kanlar saçarak meydana çıkmıştı.
Nerkis, altın kadehini eline
almış, yağmurla dolan şeker gibi sütü alıp içmişti.
Lalenin başı, ayağına doğru
eğilmiş, külahı, kemeriyle beraber yerlere serilmişti.
Gül bahçesinden binlerce Yusuf
gelmiş, Kenan ilinden, gömlek kokusu duyulmuştu.
Bütün kuşlar coşmuşlardı;
hiçbir kulak, sevgiliden nasipsiz kalmamıştı.
Seher çağında misk kokulu
rüzgâr, suyun yüzünü dalgalandırmıştı.
Efrasyab, parıl, parıl
parlayan zırhını giymiş olmalı ki Nevruz yeliyle su da zırha büründü, parlamaya
başladı.
Her yandan öylesine bir
Kevser akıyordu ki Hızır’ın abıhayatı bile onun bir sızıntısı haline gelmişti.
Bahçenin önünde, Zuhal
yıldızına dek yücelmiş bir kemer vardı; o kemerin önüne Haris’in tahtına
koymuşlardı.
Haris, o tahta bir güneş gibi
geçmiş oturmuş, Süleyman gibi kurulmuştu.
İkizler burcu gibi çifter,
çifter köleler, huzurunda duruyorlardı; her birinin boyu, salınan selvi gibi
yüceydi.
Saf, saf hiçbir şeye baş
eğmeyen güzeller, huzurunda el pençe durmada, hizmete amade bulunmadaydılar.
Reyleri (kararları) isabetli,
kadirleri yüce nedimler, hizmet için gözlerini yere dikmişler, emir
bekliyorlardı.
Bütün âlemin yüce erleri, onun karşısında aşağılık bir haldeydi; âlemin düzeni onun yüce reyiyle düzülüp koşulmadaydı.
Bahtının uyanıklığından fitne
bile uykuya dalmıştı; hışmının korkusundan ateşin bile gözü sulanmıştı.
Zuhal (Satürn)yıldızı kinli
(gizli düşmanlık), Müşteri (Jüpiter, mars) talili (sebep, bahane gösterilme),Ay
yüzlü, Utarit (Merkür)mertebeli (rütbeli), güneş gibi yüce bir padişahtı o.
Derken Kab’ın kızı dama
çıkıverdi; o törenin debdebesi gözünü aldı.
Bir zaman her yana bakındı;
sonunda o ay parçasının yüzünü gördü;
Bektaş’ın yüzünü, güzelim
libaslar (elbise) giyinmiş yüce boyunu gördü onun;
Güzellik âlemi, yüzüne
vakfedilmişti; bütün güzellik, Yusuf gibi ona nasip olmuştu.
Padişahın huzurunda, sakiyle
beraber duruyordu; uzun saçları, ayaklarına dökülmüştü.
Sarhoşluktan yüzü narçiçeğine
dönmüştü; kirpikleri, aşıkın gözüne tiken gibi batıyordu.
Tatlı mı tatlı kaymaktan
şekerler saçıyor, aydan doldurduğu şarabı Pervin’e sunuyordu.
Gâh sarhoş bir halde şarap
sunmadaydı; gâh gül gibi nazlanmada, cilvelenmedeydi
Gâh bülbül gibi nağmelerle
çilemedeydi; gâh gül gibi nazlanmada, cilvelenmedeydi.
Kız, o güzellikle onun yüzünü
görünce saçının her teline bir gönlünü vakfetti.
Birden âşık oldu; o aşkla
ateşlere düştü; nesi varsa hepsini yağmaya verdi gitti.
O ateş, canına öylesine tesir etti ki bedeni her şeyden habersiz bir hale geldi.
Gönlü aşka düştü, canı töhmetlere; varlığı, baştan ayağa dek yok oldu.
İki nerkis gözünden kanlar
saçmaya başladı; bir an içinde tufan gibi gözyaşları döktü.
Bektaş’ın aşkı, onu kökünden
söküp çıkarıldı; sanki tümden çarmıha gerdi onu.
Bir bakışta öylesine ağına düştü ki gece uykusu kalmadı, gündüz huzuru.
Çareden kaldı; öyle çaresiz bir hale geldi ki başını, ayağını fark edemez oldu.
Bütün gece kanlar saçıyor,
feryad ediyor, her solukta mum gibi bir başka çeşit yanıp eriyordu.
Canına öyle bir ateş düşmüştü
ki, tümden ateşe dönmüştü; ne başı kalmıştı, ne ayağı.
Hâsılı o hastalıkla, o halde,
bir ay, bir yıl rahatsızlandı.
Haris hekim getirtti; fakat
hiçbir faydası olmadı; o put gibi güzelin derdi, dermansız bir dertti.
Öyle bir derde nerden derman
olacak?
O derdin dermanı, ancak sevgiliden olabilir.
Kızın haremde bir dadısı vardı; düzende bir hayli sermaye sahibiydi bu kadın.
Yüzlerce hileyle a kızım
dedi; doğru söyle, ne derde düştün sen?
O Ay yüzlü, önce derdini
söylemedi; söylemedi ama sonunda birden ağzını açtı;
Filan gün o güzel saçlı, o
can yakan, gönül aldatan yüzlü Bektaş’ı gördüm dedi.
Sarhoşçasına kucağına bir
rebap almıştı; onun yüzünden, eli başında bir rebaba döndüm.
O mızrabıyla aykırı gideni
bile dilerse düzgün hale sokar, istediği yola getirir.
Âlemde aykırı giden, nasıl
düzelmezse benim sızım da, o perdeye uymaz.
Ben bu hale düşmeyi istemedim
ama ne yapayım; elimde değil; bu perdeden çalışım düzgün olmadı işte.
Şimdi her yanda tanındım;
uşşak perdesini çalanlara katıldım.
O kimseye baş eğmeyenden bir
nağmedir duyunca, ben de gözyaşlarımı tel, tel ettim de bir saz düzdüm.
Aşkı beni o kadar benden aldı
ki, yüz yıllık gam, geldi bana çattı.
Saçları halimi öyle perişan
etti ki topluluk, düzenlik mülküm harap oldu gitti.
Saçlarının halkasını öyle bir
kemer edip kuşandım ki gönlüm, kan oldu, ciğer kesildi.
Bu yüzden böyle hastayım,
başım dönüyor; ancak şu kadar biliyorum ki onun kadrini bilecek halde de
değilim.
Güzellikte Bektaş gibi
alımlısı yok; ondan daha güzel birisinin bulunması mümkün değil.
O selvi boyludan
bahsedebildikten sonra ne diye başkasına dair söz söyleyeyim?
Onun alnı gümüşten yapılma
bir meydanken saçlarını çevgen (golf sopası) edinirsem ne pervam var?
O meydana, başı dönmüş
çevgeniyle çene toprağına bir top sürmek istiyorum.
Saçlarını çevgen yaparsa
başımı top gibi yuvarlar giderim.
Yüzünü apaçık gösterir, o
parıltıyı izhar (gösterir) ederse her zerre, yüzlerce ay parçası kesilir.
Yanaklarındaki ayva tüyleri,
yüzüne hale (ay ve güneş etrafında oluşan yuvarlak ışık) gibi gölge saldı mı,
yeni ay, derdinden feryada düşer.
Saçları, gönül kapmak için
kıvrıldı mı, her büklümüne, her halkasına yüzlerce can kapılır.
Nerkis gözlerinin
gözbebekleri, o siyah gözleri gördü, onların hayaline daldı da o yüzden,
meclisinde itikâfa (bir yerde yalnız kalarak ibadet etmek) girdi; herkesi de o
gözlere vakfetti gitti.
Gamze oklarını atmaya koyuldu
mu, okundan mızrak da saklanır, yalman (kesici alet) ) da.
O otuz tane dişin, benim
kanımı dökmeye fermanı var da o yüzden dudakları gülüyor.
O paha biçilmez incileri
gördü de o yüzden sedef, haddini bildi, gümüş kutusundan oldu.
Ağzı, gülümseyen küçücük bir
fıstığa benzemekte; dişleriyse âşıkları oyunda alt etmek için sanki birer zar.
Seher çağı gibi gülümsedi,
açıldı mı, kemiklerin mizacına bile bir hararettir, basar.
Dudağına yüz binlerden fazla
kul köle var; o dudaklar, abıhayattan da daha fazla can vermede.
Yanaklarındaki yeni biten
yeşilliğe benzeyen tüyleri muhakkak yazısı olmuş, nesih yazısından bir yazıya
dönmüş.
Dudakları, bütün dünyayı
hükmüne alan bir yüzük kaşı; felek eğerinin altındaki otuz yıldızlı bir eğer
örtüsü.
O yüce boylu güzelden azad
(hür) olmama imkân yok; yüzüm ayva gibi sarardı; iyilik yüzü göremem artık ben.
Dadı, şimdi kalk, yürü; iki
güzel arasında miyancı (aracı) ol.
Git, bu hikâyeyi anlat ona;
bu iki sevgilinin aşkını ortaya dök.
Bu sırrı söyle ona, anlat;
ama kızarsa, öfkelenirse o da yüz canla başım gözüm üstüne.
İkimizin bu sırrını anlat;
çünkü bir tek erkeğin de haberi yok bundan, kadının da.
Bu sözleri söyledi, gönül
kanıyla bir mektup yazdı; iyi adı sanı bıraktı gitti. Mektubunda şunları yazdı.
Ey her zaman gönlümde olan, fakat gözümün
önünde bulunmayan güzel, gel bana; yanımda değilsin de nerdesin sen?
İki gözümün ışığı da senin
yüzünden; aşinalık (bildiklik, tanıdıklık) da senden.
Gel de gözüme, gönlüme konuk
ol; gelmeyeceksen, buna razı değilsen al kılıcı. Canımı kasdet.
Cihan mülkünün nimeti sensin;
fakat şimdi seni göremediğimden yarı canlı bir hale düştüm.
Ne diye bu yarım canı da
yoluna vermeyeyim? Sen olmadıktan sonra yüzlerce cana bile minnetim yok.
Gönlümü aldın gitti; ama
binlerce gönlüm olsaydı işim, gene senin yoluna feda etmekti.
Bir soluk bile gönlümü senden
alamıyorum; canımı gönül yoluna feda etmekten çekinmem zaten.
Aşkının gamını canımda saklamaktayım; senin yüzünden başımı alıp çöllere düşeceğim nerdeyse.
Çünkü yüzünü göremediğimden
ne gönlüm kaldı benim, ne dinim; ne diye beni böyle başı dönmüş, perişan
bırakırsın?
Yüzünü göremediğimden sararıp
soldum; aşkında yüzüm duvara döndü.
Seni gördüm, benzerini
görmedim; senin gibi yüce selvi boyluya tesadüf etmedim.
Gelirsen bu dertten kurtuldum
demektir; ama gelmezsen gözümün aldığı yere çekip gideceğim.
Her parmağıma bir mum yakıp
her ovada, her bağda, bahçede seni arayacağım.
Mum gibi yanıma gelirsen
gelirsin; gelmezsen mum gibi eriyecek, sönüp biteceğim.
Bu mektubu yazdı, bir de o ay
yüzlü, kendi resmini yapıp mektuba koydu.
Dadıya mektubu verdi; o da
alıp yürüdü; o sevgili, merhametli ay yüzlüye vardı.Bektaş, kızın resmini görünce şiir okumaya koyuldu; güzelliğine, letafetine (hoşluk) hayran oldu.
Bir anda gönlü elden çıktı;
aşk geldi, gönlü kan denizine döndü.
Aşk timsahı halini zebun
etti; gönlünü, kendisi için bir kan denizi haline getirdi.
Onun yüzünü görmeden dünyaya
bakınca öyle bir hale geldi ki ne ter kaldı gözünde, ne gök diyebilirsin.
Bir top gibi başsız ayaksız bir hale geldi; külahını ayağına giydi, ayakkabını başına.
Dadıya, ey iyi sözler söyleyen dedi; kalk, git, o güzele benden de ki:
Şimdi ben sensiz ne yapacağım?
Bunca dert sensiz çekilmez
Saçların perdemi yırttı;
ihtiyarımı elimden aldı; yüzüne âşık oldum gitti.
Saçların yüzünden altüst
oldum; ömrüm saçlarınla baş başa.Seni görmeden can, nasıl huzur bulabilir?
Sen, benim canımda gizliyken neden canımın kanına susamışsın?
Ey ay yüzlü, seher çağında
bulut altına girip gizlenme; güneş gibi serkeşlik edip kılıç çekme.
Yüzünle gözlerimi aydınlatırsan yüz canla yüz gönülle alırım seni.
Ey dirilik, seni bulur, sana kavuşursam gamınla ölmem; artık ötesini sen bilirsin.
Dadı, o ay yüzlünün yanına
gitti; kölenin aşkını anlattı.
O dedi, senden fazla sana âşık;
aşkın hararetiyle ateşlerde yanmada.Gönlün, onun aşkını duyar, anlarsa ondan aşk dersi alır, aşk neymiş öğrenir.
Kız pek sevindi; gönlü neşeyle doldu; sevincinden gözyaşları yanaklarına aktı.
O gönüller aydınlatanın,
beyit düzmekten, gazel söylemekten başka gece gündüz, hiçbir işi yoktu.
Hemen şiir söylüyor, onu üstadına okur gibi düzüp koşarak ona gönderiyordu.
Köle, her şiiri okudukça kıza
daha fazla âşık oluyor, ona karşı daha fazla hayranlığa düşüyordu.
Böyle bir zaman geçti; günün birinde o güzel, sarayın dehlizine çıkmıştı.
Bektaş, birden bire kızı gördü, tanıdı; çünkü bir ömürdür, onun resmiyle yaşamış, hayalinin sevgisiyle dem sürmüştü.
Hemen kızın eteğine sarıldı.
Kız, birden kızdı; eteğini
silkip kurtardı; ona dedi ki:*Edepsiz, kendine gel, bu ne cüret?
Sen kim oluyorsun ki benim eteğimi tutasın?
Kölesi, yoluna toprak olayım dedi; mademki benden yüzünü örtecek, bana yüz vermeyecektin;
Gece gündüz ne diye bana
neden şiir gönderdin; neden o gönül aydınlatan resimle aklımı çeldin, gönlümü
aldın?
Önce beni deli divane ettin; sonra niçin beni yabancı tutuyorsun.
*O gümüş bedenli cevap verdi de dedi ki:
*Gönül
âleminde bir iştir oldu; ama o iş sana görünmüyor.
*Öyle bir iş, yüzlerce
kölenin bile harcı değil; sana onun dış yüzünü söyledim; bu kadar söz yeter
sana.
*Bu
yetmez mi ki sana, öyle bir işe bahane oldun sen?
*Sen
bu sırrı ters anladın, yamru, yumru gitmeye niyetlendin; derken şehvete
kapıldın.
Bu sözleri söyleyip ondan
uzaklaştı; o kölenin gönlüne yüzlerce düşünce geldi; aklı karıştı gitti.
Mihne şeyhi Ebu-Said’in sözlerinde gördüm; demiş ki:
Kab’ın kızının halini sordum, anladım.
Ebu-Said, öyle anladım ki diyor, onun söylediği şiirler,
Mecazi aşkın, mecazi
sevgilinin aşkıyla, o aşk yanışıyla değil, böylesine şiir, öyle bir oyun
yüzünden söylenemez.
O şiirin mahlûkla işi yok; onun zamanı Hak’la geçmekteymiş.
*Mana âleminden tamamıyla olgunlaşmış, kölesi de o yolda bir bahaneymiş ancak.
Sonunda kız, o yanışla
ağlayıp inleyerek gece gündüz şiir söylüyordu.
Günün birinde çayırlık
çimenlikte yalnız başına bu şiiri okumadaydı:Ey geceleyin esen yel, git, o Yağma Türküne benden haber ver.
Susuzluktan uykumu alıp gittin; zevkim, neşem kalmadı; yüzümün suyunu döktün.
Kızıl yüzlü bir saki vardı onun; her an bir testiyle su getirirdi ona.
O sırada, o ay yüzlü, Yağma Türkü yerine, o kırmızı benizli sakiyi koymuştu; onu kastediyor görünmedeydi.
Kardeşi bu yüzden şüpheye düştü; kız kardeşine saygı göstermez oldu.
Öyle bir orduydu ki sayıya sığmazdı; feleğin dönüşü gibi sayıdan da üstündü, haddi de yoktu.
Koca bir ordu, kılıçla,
zırhla dalgalanmadaydı; dünya kılıç, zırh pırıltısından aydınlanmıştı.
Dağdan, belden bir ordudur, gelmişti; yer öküzü bile buza saplanmış eşeğe dönmüştü.
Öte yandan Haris’de çıkmış,
onlara karşı durmuştu.
Askeri, bahtı gibi gençti;
çadırları da reyi gibi yüceydi, miğferleri de.Bir yandan zafer, kulağı halkalı kulu oluyor, bir yandan fetih ve nusret( başarı),onunla omuz omuza gidiyordu.
Hâsılı ordular birbirine
girdi; askerler birbirlerini öldürmeye el attılar.
Bütün ovadan bir toz dumandır
koptu; feryat, figan gök kubbeye yüceldi.Davulların sesleri, göğün kulağını sağır etti; yeryüzü de gök gibi altüst oldu.
Dünya kana boğulmasın diye, ölülerin yığıntısından meydana gelen bendin arkasına sığındı.
Ecel, cana kastederek
pençesini keskinleştirdi; kaza, kinlerle dolu bir halde dişlerini gıcırdattı.
Kıyametten yüzlerce alamet belirdi; Şeytan, o kıyamet yüzünden kamet getirmeye koyuldu.
Derken o safın önüne Haris çıkageldi;
kendisiyle beraber dünya dolusu da asker gelmişti.
Orduyu bir uğurdan hazırladı da aslan gibi saldırdı.
Adeta keramet gösterir gibi kılıcını bir vurdu mu, fitnenin bile başı yerlere yuvarlanıyor, o bile kıyamete dek bir daha kendine gelemiyordu.
Kılıcı, düşmanı gül gibi
kanla yudu, yıkadı; nusret ve zafer gülü, onun kılıcından bitti, boy attı.
Oku, gök kubbeye fırladı mı, İsa’nın yakasındaki iğnenin gözünden çıkıyordu.
Öte yandan ay yüzlü Bektaş,
iki eline iki kılıç almış, her tarafa saldırıp duruyordu.
Bu sırada göz değdi de başı, bir kılıçla iyiden iyiye yaralandı.
O safa yüzü nikaplı bir kız vardı; elinde kılıç, bir ata binmişti.
Kimse, o gümüş bedenli kimdir, bilmiyordu.
Ben o padişahın ki vezirim, şu göktür benim; ayla güneş, ardımdan yaya gelirler.
Şu yuvarlak satranç tahtasına benzeyen gökyüzüne at salsam, onu bile erlerin padişahı gibi hemen dürer bükerim.
Bu zatın hükmünden baş
çekenin başını keser, filinin ayağı altına atar, mat eder giderim.
Keskin kılıcımı bir çektim mi, kükreyen aslanın bile ciğerini koparırım.
Yılana benzeyen mızrağımı elinde bir salladım mı, safta olanların hiç birini hesaba almam; hepsini de hiçe sayarım.
Mızrağının önüne demirci örsü
bile gelse vuruşumdan paramparça olur; parça, parça yerlere dökülüp saçılır.
Vuruşumdan örslüğü kalmaz; ot kadar bile değeri olmaz.
Bir kuşa benzeyen okum, yaydan fırladı mı, gökyüzü kuşunun ağzından aferin sesi çıkar.
Atımı sürdüm de dizgini saldım mı, yel gibi koşar, düşmanı yeryüzüne yıkar geçerim.
At sürer, savaş faslını açarsam Rüstem kesilirim; savaş biter gider; aslım Rüstem’dir, o soydanım ben.
Bu sözleri söyledi, erler gibi yürüdü, karşı duranların on tanesini yere serdi.
Oraya bıraktı; gözden nihan ( görünmez) oldu.
O güzel bir bucağa çekilip gizlendi.
Bir kere daha yaklaştı ama şehirde de şöhret sahibi hiçbir kimse kalmadı.
Padişahın düşmanı olan ordu bozuldu; öldürülenler, yollarda düşmüş kalmışlardı.
Padişah sevinerek, muzaffer
olarak şehre gelince o atlı kimdi, o gün o kahramanlığı kim gösterdi diye
araştırdı;
Fakat kimse onun izini bulamadı; herkes peri gibi yitti gitti dedi.
Bütün gece, sabun değirmisi gibi nurdan köpükler kusmadaydı.
Âlemi aydınlatan güzel
Bektaş, o sabunla, gözyaşını döküp candan elyummadaydı.
Gece kuzgunu gelince kızın gönlü de o gönüle huzur veren güzelin yüzünden tuzağa tutulmuş kuşa dönmüştü.
Gönlü, o kölenin yarası
yüzünden öyle bir yanmıştı ki canı üzülmüştü, perişan olmuştu.
O gönül huzuru güzelin başı yaralıydı; o yüzden kızın da gözüne ne uyku girmişti, ne rahat etmişti; gözleri ağrımaktaydı sanki.
O güzel, o gönül huzuru ne
olmuştu diye düşünmedeydi; derken gözyaşlarıyla bir mektup yazdı.
O yasemin kokulu güzelin mektubu, şiirle başlıyordu; diyordu ki:
Söz söyleyen dilsizin hikâyesini dinle:
Başbuğluk yüzünden büyüklerin başı olan o başta yaranın ne işi var?
*Varlığında bir yücelik olmayan kişinin başının yere düşmesi, hiç de saçma bir şey olamaz.
*Bu kapıya toprak olmayan başın, canın, başın hakkıyçin yok olması gerek.
*Baş
kaldıran düşmanın, başköşede bile olsa, yılan gibi başının ezilmesi gerek;
böyle baş, ona layıktır ancak.
*Aklı olmayan düşman, baş çekerse, tezce kes başını onun; koy ortaya.
*Seninle
baş koşmayan, sana uymayan kişinin başı olmasın; çünkü zaten onun derdi,
başındadır.
*Baştan çıkmış düşman, senin tapına baş kor, sana teslim olursa başını kurtarır.
*Sana
karşı baş eğmeyen kişinin başı, bir kıl kadar olsun değeri olmayan bir baştır.
*Taç bile senin başınla şeref bulur; her baş, senin kadrini tanırsa yücelir, baş olur.
*Baş
aşağı felek bile yeniden yeniye her solukta senin tapında baş eğer de o yüzden
yücelere erer.
*Başımın derdi, başını dertlere soktuysa dilerim kapında düşmanların başı kesilsin.
*O
başa karşı yere baş koydum ben; öylesine başa böylesine yüzlerce baş feda olsun.
*Aşağı bir hale düşmekten dolayı kinlenen kişi, tapından dönerse, gene senin kahrından dönmüştür.
*Yaşayış,
zevk dalında meyve yiyen, seni anmadan şarap içerse, ciğerinin kanını içer.
*Bilgisizlikten dolayı akıldan dem vurmaya kalkışan, altın para bile harcasa, senin adınla bezeyemez onu; kötü, kalp bir para basar ancak.
*Haccetmek
havasına düşen kişi, buyruğun olmadan haccederse, yanlış bir iş işlemiş olur.
*Ne oldu ki sana kanlara bulandın?
Bütün gece mum gibi yandım, eridim; gece geçti, gündüz ölüm gelip çatsın başıma.
Mum gibi aşkla her solukta
güldüm; ama senin gözüne karşı gene de yüzümü örttüm.
Mum gibi canı aşkla dirilen, gözyaşıyla ateş arasından güler durur.
Canıma düşen ateşin, bir gün olup söneceğini umma; böyle bir şeyi aklına bile getirme.
O derecede hararetli olan ateşten böylesine
bir su çıktığına şaşma.
Ne istersin ki benden ki bu
kadar yanışla ne gecem yanmaktan hali (kurtulmuş),
ne gündüzüm.Topraklar içinde kanıma bulana beni; gökyüzü gibi serserice döndürme beni.
Başımın dönmekte olduğunu
biliyorsun elbet; ne diye bir de kanlar içinde döndürür durursun beni?
Biliyorsun ki sarhoşunum, senin yüzünden başım dönüyor; senin yüzünden elden, ayaktan olmuş, topraklara serilmişim.
Bu kanlar yutan aşıkın, bir
kana girmedi ki; neden yalnız kan içinde dönüp duruyorum öyleyse?
Sevginle öyle kendimden geçmişim ki ne önümü görüyorum, ne ardımı; ne yol biliyorum, ne iz.
Derdimle yoğrulmuş bitmiş bir
gönlüm var; hüzünle, evinde baş başa kalmışım derdimle.
Ağlayıp inleterek her damarımı, her iliğimi ne diye yakarsın?
Sana kavuşmak ümidi olmasaydı benden ne bir kül kalırdı, ne bir duman.
Gönlüm, hicran ateşine dayanamıyor; hatta sevgiliye kavuşmaya da tahammülün yok artık.
Kararsızlar gibi derdimin
binlercesinden birini söyledim sana.
Bir fırsatını bulursam daha
fazlasını da söylerim; bulamazsam bu sırrı canımda saklarım.Dadı, bu mektubu alıp götürdü; kalem gibi başını ayak edinip gitti.
Bektaş’ın başı, o derecede
yaralıyken mektup yüzünden mehlem buldu sanki kendisi de rahatlaştı.
Gözünden kanlı yaşlar aktı; âşıkçasına bir hayli selamlar gönderdi de dedi ki:
Sevgili, ne vakte dek yalnız
bırakacaksın beni?
Neden hastayı bir gelip
sormazsın?Edep, erkân bilenlerin huyu var sende; ne olur, bir soluk gariplerin başucuna gel, otur.
Bugün başımda bir yara varsa,
ey gönlü, canı aydınlatan güzel, gönlümde binlerce yara var.
Özleyiş gömleğim kefen oldu.
Bektaş, birkaç gün sonra yarası iyileşince yerine dönmüştü.
O gönüller aydınlatan kız, yolda oturmuştu bir gün; Rodeği de o yoldan geçiyordu.
Rodeği, altınsuyu gibi bir
beyit söylüyor, o kızsa ondan daha güzel bir beyitle ona cevap veriyordu.
Üstat o gün bir şiir söyledi; o kız da her şiire bir nazire (benzer karşılık) düzdü.
Rodeği, o güzel kızın şairlik
tabiatına şaştı kaldı.
O yasemin bedenlinin aşkını
anladı; oradan yoluna yürüdü gitti.Rodeği, o sırrı anlayınca oradan kalkıp Buhara şehrine vardı.
Haris de özür dilemek, teşekkür etmek için o gün, o yüce padişahın huzuruna varmıştı.
O gün padişahça bir tören
vardı; nasıl anlatayım?
O gün meclis, gönüller
aydınlatan bir cennet kesilmişti.Padişah, Rodeği’nin şiir okumasını istedi; üstat yerinden kalkıp şiir okumaya başladı.
Ka’b’ın kızının şiirlerini
hatırında tutmuştu; onların hepsini okudu; meclistekiler pek takdir ettiler.
Padişah, bu şiirler kimin diye sordu; bu inciye benzeyen şiirleri kim dedi, dedi.
Rodeği’nin, Haris’ten nerden
haberi olacak?
Zaten şiirle coşmuş, şarapla
da sarhoş olmuştu.Sarhoşlukla dile geldi; padişahım dedi, Ka’b’ın kızının şiirleri bunlar.
Bir zamancağız olsun yemiyor, içmiyor; beyit ve gazel düzmekten başka işi yok.
Mana dolu yüzlerce şiir
söylese hepsini de gizlice köleye gönderiyormuş.
O ateş gibi aşk olmasa onda,
bu güzel şiirleri söyleyemezdi.Haris bu sözü duyunca sıkıldı: ama sarhoşluğa verdi, sıkıntısını belli etmedi.
Ama boyuna kızıp köpürüyor, her an onu gözlüyor, onu izliyordu.
O ay yüzlüyse her söylediği şiiri, Bektaş’a göndermekteydi.
Yasemin bedenli Bektaş’ın bir, bir arkadaşı vardı; o kutuda mücevherler var sanıp
Kapağını açtı, şiirleri bulup
okudu; Haris’e götürüp ona da okudu.
Haris’in gönlü ateşlerle
doldu; o sırrı anlayıp öfkesi arttı; kız kardeşini öldürmeyi kurdu.Önce o has köleyi, Bektaş’ı zincire vurdurup zindana attırdı.
İki bileğinin şahdamarlarını yarmalarını emretti.
Sonra onu hamama kapattı, hamamın kapısını da taşla, kireçle öldürdü.
Onun feryadını duyanların gönülleri ne hale geldi; kim bilir?
Böyle bir hikâyeyi kim aklına getirir; böyle bir hale kim düşmüştür?
Gel de âşıklık nasıl olurmuş, gör; er olan âşıkların yolunu yordamını seyret.
Bir yandan o kötü hamamın harareti, bir yandan o ateş gibi şiirlerin harareti,
Bir yandan aşkla, gayretle yanıp yakılmak; bir yandan rüsvay oluşun, hasretin verdiği ateş;
Bir yandan halsizliğin ateşi; bir de gönül ateşi, aşk sarhoşluğunun ateşi.
Böyle bir ateşi yüzlerce su bile söndüremez; bunca ateşe kim dayanabilir?
O ay yüzlü, parmağını kanına banarak birçok şiir yazmaya koyuldu. Gönül derdiyle söylediği bir hayli şiiri kanıyla duvara yazdı.
O derecede ki hamamda boş duvar kalmadı; zaten kanı da kalmamıştı artık.
Bütün duvarları şiirlerle doldurdu; sonunda kendisi be bir duvar parçası gibi yere yıkıldı.
Kan, aşk, ateş ve gözyaşı
içinde yüzlerce hasretle tatlı canını verdi.
Ertesi günü, hamama örülen
duvarı yıktılar. O gönül aydınlatan dilber.
Alıp götürdüler; yıkadılar, arıttılar; gönlü kanlarla dolu bir halde toprağa gömdüler.
O gün duvarlara baktılar;
gördüler ki şu ciğerleri yakan şiiri yazmış:
Sevgili, sensiz gözüm, kaynak kesildi; yüzüm, gönlümün kanıyla, tamamıyla boyandı.
Kirpiklerimden akan
sellere attın beni; yanlış söyledim; yüzümün suyunu tamamıyla döktün gitti.
Canımı kaptın, geçtin, bir hoşça oturdun o mekâna; yanlış söyledim; ateşler içine daldın da oturdun.
İki gözümden iki ırmaktır, akıttın; hamamda bana arınmak için kil verdin.
*
*Tanrı takdirinden aşkın
nasibi bu; insan âşık oldu mu, ölmeden cehenneme atıyorlar insanı;Cehennemde, gönlündeki sırları, yana yakıla, ateş içinde nasıl yazacak bakalım diyorlar.
Nasıl yazılır; nerden bileceksin
sen?
Böyle bir hikâye, ancak kanla
yazılabilir.*Cehennemde bile aşkına yüz tuttum mu, her yan cennet olur bana.
Tanrı’dan nasibim
cehennemmiş; bu yüzden de hikâyem, âşıklara cennet kesildi.
Şimdi aşk âleminin üç yolu var; Biri ateş, biri gözyaşı, biri kan.
*Kimi vakit kan dökmedeyim;
kimi vakit gözyaşı; o yüzden de şimdi ateş içindeyim ben.
Ateşin, canımı yakıp bitirmesini itiyorum; fakat senin konağın can; ateş nasıl yakabilir orayı.
Gözyaşımla sevgilinin ayağını
yıkamaktayım; kanımla da candan el yumaktayım.
*Canımdan alevlenen bu ateşle âlemdeki bütün hamları yakacağım ben.
Bu gamla yüzüme ne gelir,
gözüme ne dokunursa arıtacağım; bütün yüzünü yıkamayanların yüzlerini
yıkayacağım.
Nasip olursa bu kanla, bütün âşıkların yüzlerini gül rengine sokacağım.
Bendeki bu ateşle, yana
yakıla, bak da gör diyeceğim, işte sana yedi cehennem; seyret.
Bu gözyaşlarım, bir kan tufanı; bu tufanla yağmura, nasıl yağılırmış, öğreteceğim.
Bu kanın sanki bir deniz; bu
kanla şafağa kızıl yüzlülük nasıl olurmuş, belleteceğim.
Bu ateşle öyle bir yanıp yakılmadayım ki cehennem bile benden yüzlerce yalım (gösteriş) istemekte.
Bu gözyaşlarımla suda bir kil
hazırladım; iki âleme de kıyamete dek yeter.
Bu kanla, gökyüzünün yolunu
kestim; artık gök değirmeni de kanla dönsün.O nazlı güzele konan tozları gözyaşlarımla suladım da yeryüzüne böylece bir bent kurdum.
Gönlümü parlatan sevgilinin
hayalinden başka ne kadar hayal varsa hepsini bu ateşle yaktım.
Ey kadri yüce sevgili, canımın kanını tamamıyla içtin; afiyetler olsun.
Sensiz hayat sona erdi; işte ben gittim; sen ebedi olarak sağ ol.
Yazık, hem bir kere değil; bin kere yazık o atlı erlerin baş tacı öldü; yazık.
Sonunda bir fırsat gözleyen
Bektaş, kolayını buldu; bahtı yar oldu ona; zindandan kurtuldu.
Bir gece gizlice gidip Haris’in başını kesti; ondan sonra da vardı; Kızın mezarının başına geldi; elbiselerini yırttı; bir hançer bulup ciğerine sapladı.
Bu geçici dünyadan varını
yoğunu derdi, topladı; gönlünü zindandan, ağır bukağılardan (Ayak bağı), zincirlerden kurtardı.
Eşi bulunmaz sevgilinin ayrılığına sabredemedi; ona ulaştı; hikâye de kısaldı, bitti gitti.
ŞARK İSLAM KLASİKLERİ
*
Yaren, (*) işaret konulan yerleri hikâye bittikten ve anladıktan sonra tekrar okumalısın ve hikâye dışında da manasını anlamaya çalışmalısın.
*
RAVLİ