30 Haziran 2013 Pazar

BİR AŞK HİKAYESİ



Belh beyiyle kızı 231           

Tedbiri pek yüce ve doğru bir bey vardı; yurdu Belh’in sınırındaydı.
Adaletle, insafla buyruk yürüten temiz dinli bir beydi; feleğe yücelmişti de durağı yeryüzündeydi.

Erlikte, askere sahip oluşta pek kuvvetliydi; o din Kâbe’sinin adı Ka’b dı.

Tedbirinden güneş de feyiz alırdı, ay da; cömertliğinden hüner ehli olanlar, hem ad san kazanırdı, hem rızık elde ederlerdi.

Adaletinden, o civarda kurtla koyun bir arada yaşar, birbirisi ile uzlaşırdı.

Onun heybetinden denizlerin suları bile coşkunluktan kalır, taş içindeki ateş gibi susardı.

Bir dünya bile zahmetle yıpransa, onun lütfüyle bir an içinde o zahmet hatırından çıkardı.

Kahrından ateş donsa, ağaçta gizli kömüre dönerdi.

Onun mevkii yüzünden yücelik bile kuyuya düşmüştü; ne söylüyorum, yüceliğini yitirmiş, yolunu kaybetmişti.

Hilminden (yumuşaklığından)  dağ öylesi yerinde durakalmıştı; yer yüzükoyun toprağa döşenmişti.

Ateş, onun öfkesinden gönlü daralmış bir halde geçip gitmişti; ama gözleri de yaşlıydı, bağrına da taş basmıştı hani.

Gökyüzünün güneşi, onun nurundan nurlanmıştı da ta uzaklardan dünyaya aydınlık bağışlamadaydı.

Cömertliğinden deniz de coşup köpürmüştü, maden de; inci, denizde katı bir yere sığınmıştı; maden yer altında sıkışıp kalmıştı.

Gül yaprağı, lütfüne el açmıştı; ama utancından da perde altına girmişti.
Onun huyundan dünyada misk, bir nefes almıştı; dünyadan geçmiş, ahrete varmıştı.

Bu güzel gönüllü bey’in, âlemde eşi, benzeri bulunmayan bir oğlu vardı.
O delikanlının güneş gibi bir yüzü vardı; önünde ay bile ona kul köle olmuştu.

Padişah ona Haris adını takmıştı; ona karşı ay bile, ikizler burcu gibi kemer kuşanmış, kul (Sevgiyle bağlanmış) kesilmişti.

Bir de perde ardında bir kızı vardı; can gibi tatlıydı ona; pek aziz tutardı onu.

O gümüş bedenliyi Arabın ziyneti diye anarlardı; gönülleri alt üst eden, gönülleri alan görülmemiş bir güzeldi.

Güzelliği, dünya yüzündeki güzellik yurdunu zaptına almıştı; güzellik denilen de ancak onun güzelliğiydi.

Akıl, onun sevgisiyle deli divane olmuştu; o güzel, güzellikle dünyaya bir masal kesilmişti.

Birisi, onun sevgisiyle deli divane olmuştu; o güzel, güzellikte dünyaya masal kesilmişti.

Yeni ay, gökyüzünde onu gördü mü, ibrik gibi her zaman, yere diz çökerdi.

Rıdvan (cennetteki hizmet eden erkek hizmetçi), onun alnını görünce Adin cennetini bile şansız, şöhretsiz görürdü.

Saçlarını yere doğru salınca gökler, yeryüzüne hasedinden kıvranmaya başlardı.

Bademe benzeyen göz çukurlarında öylesine iki nerkis vardı ki sanki tuzağa düşmüş iki büyücüydü, iki zenci çocuğuydu da.

Her biri, eline aldığı yayla, canı istediği yere ok atıyordu.
Bakış oku, kemanın yayını çekmeye başlayınca âşıkların gönüllerini hedef ederdi.

Şeker, o lal dudaklara nispetle tatsız kalırdı; çünkü o lal dudaklarında hem zehir vardı onun, hem panzehir.

Ağzı, terü taze incilerin bir hokkasıydı ki oradaki incilerin her biri, öbüründen daha değerliydi.

Otuz diş, mercan gibi dudaklarının arasından göründü mü canlar dökülür saçılırdı onlara.

Lal dudakları bir mücevher kadehti; şarabı da arı duru Kevser suyuydu.

Felek, onun gümüş gibi topunu görmeseydi bir top gibi başsız ayaksız nerden dönüp duracaktı?

Güzelliğini övmeye imkân yok; o güzellik hayalime sığmaz ki benim.
İnsanlara dair ne duyduysan duydun ya; tabiattaki letafet (hoşluk) yüzünden ona benzer bir tek insan bile yoktu.

Söze girişse bir solukta meramını şiirle söyler, inci dizisi gibi sözler dizerdi.

Şiir söylerken o kadar tatlı dilliydi ki sanki sözlerinde, dudaklarında bir lezzet vardı.

Babası, boyuna onunla meşgul olur, onun gönlünü alır, ona riayetlerde (saygı,  gözetme, ağırlama) bulunurdu.

Derken babası ölüm haline geldi; o çocuğu huzuruna çağırdı.

Ona kız kardeşini tapşırıp dedi ki: Buna göz kulak ol, riayette (saygı,  gözetme, ağırlama) bulun.

*Ne yapmak lazımsa onu yap; her gününü, öbür gününden daha iyi, daha güzel bir hale getir.

Birçok ünlü kişiler bu kızı benden istediler; birçok yüce kişiler; padişahlar buna talip oldular.

Kimseye vermedim; artık sen, kimi münasip görürsen ona ver; sen bilirsin.
Bu söze, bu vasiyete Tanrı’yı şahit tutuyorum; canımı perişan bir hale sokma.

Babası oğluna neler dediyse oğlu da o sözleri, o vasiyetleri kabul etti.

Sonunda babasının tatlı canı bedeninden ayrıldı; artık niçin geldi bu dünyaya, neden gitti; orasını bilmem ben.

Gökler gibi bir hayli alt üst oldu; sonunda başı da toprağa düştü, ayağa da.

Tanrı yayını çekmeye insanın kolunda güç yoktur; bu gelip gitmek hususunda kimsenin bir şeyden haberi olamaz.

Şu yaradılış nedendir, neredeydik; dünyaya gelen sonunda niçin gider; kim bilir bunu?

Babası, Tanrı tapısına gidince oğlu, padişahlık tahtına geçti.
Dünyayı adaletle, insafa parlattı; dünya onun yüzünden, Nuşirevan’ın zamanını yeniden buldu.

Halka, askere paralar verdi; nice büyük kişilere davullar, bayraklar ihsan etti.

Aklında sevdalar taşıyanların dileklerini yerine getirdi, umduklarını verdi; nice zalimleri de baş aşağı edip mahveyledi.

Kız kardeşini de güzellikle, nazla, iyilikle can gibi esirgemedeydi.
Şimdi dinle: dönüp duran felek, ona ne oyunlar etti?

Haris’in hazinesine bakan bir kulu vardı.
O ay yüzlünün adı Bektaş’tı, bilmem ki onunla kim eş olabilirdi?

Güzellikte, dünyada şaşılacak bir şeydi o; aşkının gamı da bir çıkmaz oyuna daldırmıştı onu.

Güzellikte örnek gösterilmedeydi; bütün âlem, ona kavuşmayı dilemekteydi.

Yüzünün aksi, bir görünseydi, duvardaki resim bile canlanır, onu dilerdi.
Hintliye benzeyen siyah saçları bir kinlenseydi, zencilerin kıvırcık saçları gibi kıvrım, kıvrım olurdu.

Saçları, baş eğmeyenleri kul ederdi; hepsinin de canlarını yoluna saçmalarına sebep olurdu.

Kaşlarını bir çattı mı, adeta kurulu oka benzerdi.
Peşin zevki, neşeyi vadeden gözleri, bu vaadi yüzünden pek baygındı.

Kirpiklerinin safı, saflar bozar, dağıtırdı; iki yandan ok yağmurlarıyla hepsini bozguna uğratırdı.

Delinmiş lal’e (kırmızı taş) benzer bir ağzı vardı ki orada, delinmemiş otuz inci gizlenmişti.

Lal’e benzer dudaklarıyla örtülü o incilerden biri delinmiş olsa bile ancak elmasa benzer diliyle delinebilir; o inci ancak o, söz söylerken görülebilirdi.

Dudağı, ebedi ömre ferman yazmıştı; çünkü o dudak, cana abıhayattı.

Dişlerinden ancak rivayet yoluyla bahsedilebilirdi; çünkü bir mim içinde otuz iki ayet vardı o dudaklarda.

Diyebilirsin ki güzellikte Yusuf’tu; ama onun çene topağındaki kuyudan nasıl bahsedebilirsin?

Onun vasfında ne vakte dek akıldan, fikirden kalacağım?
Değil mi ki onun bir topu olmuşum, susayım gitsin.

Köşkün karşısında pek büyük, pek güzel bir bahçe vardı; orada adeta bir cennetti o bahçe.

Bülbül, aşktan bütün gece uyumaz, güle tikenden çektiklerini söyledi.
Gül de gonca haline gelir, yüzlerce nazla, yüzlerce işveyle şekerler gibi gülmeye koyulurdu.

Yemyeşil beşiğinde gül, kanlara batmış bir çocuğa benzerdi.
Seher yeli, Zeliha gibi koşar, gülün eteği, Yusuf’un eteği gibi yırtılırdı.

Hızır’a benzeyen yel o bahçeden geçmişti de her tarafı yemyeşil bir hale getirmişti.

Yıldız ağması, şimşek çakması, keskin kılıç gibi çekilir, her yanı parlatırdı; bulut, yağmurun dizginini yüzlerce defa salıverirdi;

Bulut, yeşilliğe el çeker dururdu; fakat eli, yağmur katrelerinden incilerle doluydu.

Menekşe, hizmet için başını eğmişti; ama kendi ayağını öpebilmişti ancak.
Erguvan, birden kanlara bulanmıştı da kanlar saçarak meydana çıkmıştı.

Nerkis, altın kadehini eline almış, yağmurla dolan şeker gibi sütü alıp içmişti.

Lalenin başı, ayağına doğru eğilmiş, külahı, kemeriyle beraber yerlere serilmişti.

Gül bahçesinden binlerce Yusuf gelmiş, Kenan ilinden, gömlek kokusu duyulmuştu.

Bütün kuşlar coşmuşlardı; hiçbir kulak, sevgiliden nasipsiz kalmamıştı.
Seher çağında misk kokulu rüzgâr, suyun yüzünü dalgalandırmıştı.

Efrasyab, parıl, parıl parlayan zırhını giymiş olmalı ki Nevruz yeliyle su da zırha büründü, parlamaya başladı.

Her yandan öylesine bir Kevser akıyordu ki Hızır’ın abıhayatı bile onun bir sızıntısı haline gelmişti.

Bahçenin önünde, Zuhal yıldızına dek yücelmiş bir kemer vardı; o kemerin önüne Haris’in tahtına koymuşlardı.

Haris, o tahta bir güneş gibi geçmiş oturmuş, Süleyman gibi kurulmuştu.

İkizler burcu gibi çifter, çifter köleler, huzurunda duruyorlardı; her birinin boyu, salınan selvi gibi yüceydi.

Saf, saf hiçbir şeye baş eğmeyen güzeller, huzurunda el pençe durmada, hizmete amade bulunmadaydılar.

Reyleri (kararları) isabetli, kadirleri yüce nedimler, hizmet için gözlerini yere dikmişler, emir bekliyorlardı.

Bütün âlemin yüce erleri, onun karşısında aşağılık bir haldeydi; âlemin düzeni onun yüce reyiyle düzülüp koşulmadaydı.

Bahtının uyanıklığından fitne bile uykuya dalmıştı; hışmının korkusundan ateşin bile gözü sulanmıştı.

Zuhal (Satürn)yıldızı kinli (gizli düşmanlık), Müşteri (Jüpiter, mars) talili (sebep, bahane gösterilme),Ay yüzlü, Utarit (Merkür)mertebeli (rütbeli), güneş gibi yüce bir padişahtı o.

Derken Kab’ın kızı dama çıkıverdi; o törenin debdebesi gözünü aldı.
Bir zaman her yana bakındı; sonunda o ay parçasının yüzünü gördü;

Bektaş’ın yüzünü, güzelim libaslar (elbise) giyinmiş yüce boyunu gördü onun;

Güzellik âlemi, yüzüne vakfedilmişti; bütün güzellik, Yusuf gibi ona nasip olmuştu.

Padişahın huzurunda, sakiyle beraber duruyordu; uzun saçları, ayaklarına dökülmüştü.

Sarhoşluktan yüzü narçiçeğine dönmüştü; kirpikleri, aşıkın gözüne tiken gibi batıyordu.

Tatlı mı tatlı kaymaktan şekerler saçıyor, aydan doldurduğu şarabı Pervin’e sunuyordu.

Gâh sarhoş bir halde şarap sunmadaydı; gâh gül gibi nazlanmada, cilvelenmedeydi

Gâh bülbül gibi nağmelerle çilemedeydi; gâh gül gibi nazlanmada, cilvelenmedeydi.

Kız, o güzellikle onun yüzünü görünce saçının her teline bir gönlünü vakfetti.

Birden âşık oldu; o aşkla ateşlere düştü; nesi varsa hepsini yağmaya verdi gitti.

O ateş, canına öylesine tesir etti ki bedeni her şeyden habersiz bir hale geldi.
Gönlü aşka düştü, canı töhmetlere; varlığı, baştan ayağa dek yok oldu.

İki nerkis gözünden kanlar saçmaya başladı; bir an içinde tufan gibi gözyaşları döktü.

Bektaş’ın aşkı, onu kökünden söküp çıkarıldı; sanki tümden çarmıha gerdi onu.

Bir bakışta öylesine ağına düştü ki gece uykusu kalmadı, gündüz huzuru.
Çareden kaldı; öyle çaresiz bir hale geldi ki başını, ayağını fark edemez oldu.

Bütün gece kanlar saçıyor, feryad ediyor, her solukta mum gibi bir başka çeşit yanıp eriyordu.

Canına öyle bir ateş düşmüştü ki, tümden ateşe dönmüştü; ne başı kalmıştı, ne ayağı.

Hâsılı o hastalıkla, o halde, bir ay, bir yıl rahatsızlandı.
Haris hekim getirtti; fakat hiçbir faydası olmadı; o put gibi güzelin derdi, dermansız bir dertti.

Öyle bir derde nerden derman olacak?
O derdin dermanı, ancak sevgiliden olabilir.

Kızın haremde bir dadısı vardı; düzende bir hayli sermaye sahibiydi bu kadın.

Yüzlerce hileyle a kızım dedi; doğru söyle, ne derde düştün sen?

O Ay yüzlü, önce derdini söylemedi; söylemedi ama sonunda birden ağzını açtı;

Filan gün o güzel saçlı, o can yakan, gönül aldatan yüzlü Bektaş’ı gördüm dedi.

Sarhoşçasına kucağına bir rebap almıştı; onun yüzünden, eli başında bir rebaba döndüm.

O mızrabıyla aykırı gideni bile dilerse düzgün hale sokar, istediği yola getirir.

Âlemde aykırı giden, nasıl düzelmezse benim sızım da, o perdeye uymaz.

Ben bu hale düşmeyi istemedim ama ne yapayım; elimde değil; bu perdeden çalışım düzgün olmadı işte.

Şimdi her yanda tanındım; uşşak perdesini çalanlara katıldım.

O kimseye baş eğmeyenden bir nağmedir duyunca, ben de gözyaşlarımı tel, tel ettim de bir saz düzdüm.

Aşkı beni o kadar benden aldı ki, yüz yıllık gam, geldi bana çattı.

Saçları halimi öyle perişan etti ki topluluk, düzenlik mülküm harap oldu gitti.

Saçlarının halkasını öyle bir kemer edip kuşandım ki gönlüm, kan oldu, ciğer kesildi.

Bu yüzden böyle hastayım, başım dönüyor; ancak şu kadar biliyorum ki onun kadrini bilecek halde de değilim.

Güzellikte Bektaş gibi alımlısı yok; ondan daha güzel birisinin bulunması mümkün değil.

O selvi boyludan bahsedebildikten sonra ne diye başkasına dair söz söyleyeyim?

Onun alnı gümüşten yapılma bir meydanken saçlarını çevgen (golf sopası) edinirsem ne pervam var?

O meydana, başı dönmüş çevgeniyle çene toprağına bir top sürmek istiyorum.

Saçlarını çevgen yaparsa başımı top gibi yuvarlar giderim.
Yüzünü apaçık gösterir, o parıltıyı izhar (gösterir) ederse her zerre, yüzlerce ay parçası kesilir.

Yanaklarındaki ayva tüyleri, yüzüne hale (ay ve güneş etrafında oluşan yuvarlak ışık) gibi gölge saldı mı, yeni ay, derdinden feryada düşer.

Saçları, gönül kapmak için kıvrıldı mı, her büklümüne, her halkasına yüzlerce can kapılır.

Nerkis gözlerinin gözbebekleri, o siyah gözleri gördü, onların hayaline daldı da o yüzden, meclisinde itikâfa (bir yerde yalnız kalarak ibadet etmek) girdi; herkesi de o gözlere vakfetti gitti.

Gamze oklarını atmaya koyuldu mu, okundan mızrak da saklanır, yalman (kesici alet) ) da.

O otuz tane dişin, benim kanımı dökmeye fermanı var da o yüzden dudakları gülüyor.

O paha biçilmez incileri gördü de o yüzden sedef, haddini bildi, gümüş kutusundan oldu.

Ağzı, gülümseyen küçücük bir fıstığa benzemekte; dişleriyse âşıkları oyunda alt etmek için sanki birer zar.

Seher çağı gibi gülümsedi, açıldı mı, kemiklerin mizacına bile bir hararettir, basar.

Dudağına yüz binlerden fazla kul köle var; o dudaklar, abıhayattan da daha fazla can vermede.

Yanaklarındaki yeni biten yeşilliğe benzeyen tüyleri muhakkak yazısı olmuş, nesih yazısından bir yazıya dönmüş.

Dudakları, bütün dünyayı hükmüne alan bir yüzük kaşı; felek eğerinin altındaki otuz yıldızlı bir eğer örtüsü.

 Şu çam kozalağına benzeyen kalbimden bir nar tanesi kopardım da onun elmaya çalar yanağına benzettim; yolladım ona.

O yüce boylu güzelden azad (hür) olmama imkân yok; yüzüm ayva gibi sarardı; iyilik yüzü göremem artık ben.

Dadı, şimdi kalk, yürü; iki güzel arasında miyancı (aracı) ol.
Git, bu hikâyeyi anlat ona; bu iki sevgilinin aşkını ortaya dök.

Bu sırrı söyle ona, anlat; ama kızarsa, öfkelenirse o da yüz canla başım gözüm üstüne.

İkimizin bu sırrını anlat; çünkü bir tek erkeğin de haberi yok bundan, kadının da.

Bu sözleri söyledi, gönül kanıyla bir mektup yazdı; iyi adı sanı bıraktı gitti. Mektubunda şunları yazdı.

 Ey her zaman gönlümde olan, fakat gözümün önünde bulunmayan güzel, gel bana; yanımda değilsin de nerdesin sen?

İki gözümün ışığı da senin yüzünden; aşinalık (bildiklik, tanıdıklık) da senden.

Gel de gözüme, gönlüme konuk ol; gelmeyeceksen, buna razı değilsen al kılıcı. Canımı kasdet.

Cihan mülkünün nimeti sensin; fakat şimdi seni göremediğimden yarı canlı bir hale düştüm.

Ne diye bu yarım canı da yoluna vermeyeyim? Sen olmadıktan sonra yüzlerce cana bile minnetim yok.

Gönlümü aldın gitti; ama binlerce gönlüm olsaydı işim, gene senin yoluna feda etmekti.

Bir soluk bile gönlümü senden alamıyorum; canımı gönül yoluna feda etmekten çekinmem zaten.

Aşkının gamını canımda saklamaktayım; senin yüzünden başımı alıp çöllere düşeceğim nerdeyse.

Çünkü yüzünü göremediğimden ne gönlüm kaldı benim, ne dinim; ne diye beni böyle başı dönmüş, perişan bırakırsın?

Yüzünü göremediğimden sararıp soldum; aşkında yüzüm duvara döndü.
Seni gördüm, benzerini görmedim; senin gibi yüce selvi boyluya tesadüf etmedim.

Gelirsen bu dertten kurtuldum demektir; ama gelmezsen gözümün aldığı yere çekip gideceğim.

Her parmağıma bir mum yakıp her ovada, her bağda, bahçede seni arayacağım.

Mum gibi yanıma gelirsen gelirsin; gelmezsen mum gibi eriyecek, sönüp biteceğim.

Bu mektubu yazdı, bir de o ay yüzlü, kendi resmini yapıp mektuba koydu.
Dadıya mektubu verdi; o da alıp yürüdü; o sevgili, merhametli ay yüzlüye vardı.
Bektaş, kızın resmini görünce şiir okumaya koyuldu; güzelliğine, letafetine (hoşluk) hayran oldu.

Bir anda gönlü elden çıktı; aşk geldi, gönlü kan denizine döndü.
Aşk timsahı halini zebun etti; gönlünü, kendisi için bir kan denizi haline getirdi.
Onun yüzünü görmeden dünyaya bakınca öyle bir hale geldi ki ne ter kaldı gözünde, ne gök diyebilirsin.

Bir top gibi başsız ayaksız bir hale geldi; külahını ayağına giydi, ayakkabını başına.

Dadıya, ey iyi sözler söyleyen dedi; kalk, git, o güzele benden de ki: Ne yüzünü görmeye gözüm kaldı, ne sensiz huzura ermeye sabrım.

Şimdi ben sensiz ne yapacağım?
Bunca dert sensiz çekilmez
Saçların perdemi yırttı; ihtiyarımı elimden aldı; yüzüne âşık oldum gitti.
Saçların yüzünden altüst oldum; ömrüm saçlarınla baş başa.

Seni görmeden can, nasıl huzur bulabilir? Gönlüm benden gitti de kanlara bulandı.

Sen, benim canımda gizliyken neden canımın kanına susamışsın?

Ey ay yüzlü, seher çağında bulut altına girip gizlenme; güneş gibi serkeşlik edip kılıç çekme.

Yüzünle gözlerimi aydınlatırsan yüz canla yüz gönülle alırım seni.
Ey dirilik, seni bulur, sana kavuşursam gamınla ölmem; artık ötesini sen bilirsin.
Dadı, o ay yüzlünün yanına gitti; kölenin aşkını anlattı.
O dedi, senden fazla sana âşık; aşkın hararetiyle ateşlerde yanmada.

Gönlün, onun aşkını duyar, anlarsa ondan aşk dersi alır, aşk neymiş öğrenir.
Kız pek sevindi; gönlü neşeyle doldu; sevincinden gözyaşları yanaklarına aktı.
O gönüller aydınlatanın, beyit düzmekten, gazel söylemekten başka gece gündüz, hiçbir işi yoktu.

Hemen şiir söylüyor, onu üstadına okur gibi düzüp koşarak ona gönderiyordu.
Köle, her şiiri okudukça kıza daha fazla âşık oluyor, ona karşı daha fazla hayranlığa düşüyordu.

Böyle bir zaman geçti; günün birinde o güzel, sarayın dehlizine çıkmıştı.
Bektaş, birden bire kızı gördü, tanıdı; çünkü bir ömürdür, onun resmiyle yaşamış, hayalinin sevgisiyle dem sürmüştü.
Hemen kızın eteğine sarıldı.
Kız, birden kızdı; eteğini silkip kurtardı; ona dedi ki:

*Edepsiz, kendine gel, bu ne cüret? Sen bir tilkisin; aslanla ne işin var?

Sen kim oluyorsun ki benim eteğimi tutasın? Gölge bile benim çevremde çizginemez (takip); korkar.

Kölesi, yoluna toprak olayım dedi; mademki benden yüzünü örtecek, bana yüz vermeyecektin;
Gece gündüz ne diye bana neden şiir gönderdin; neden o gönül aydınlatan resimle aklımı çeldin, gönlümü aldın?

Önce beni deli divane ettin; sonra niçin beni yabancı tutuyorsun.
*O gümüş bedenli cevap verdi de dedi ki: Sen bu sırrın zerresini bile anlamıyorsun.

*Gönül âleminde bir iştir oldu; ama o iş sana görünmüyor.
*Öyle bir iş, yüzlerce kölenin bile harcı değil; sana onun dış yüzünü söyledim; bu kadar söz yeter sana.
*Bu yetmez mi ki sana, öyle bir işe bahane oldun sen?
*Sen bu sırrı ters anladın, yamru, yumru gitmeye niyetlendin; derken şehvete kapıldın.
Bu sözleri söyleyip ondan uzaklaştı; o kölenin gönlüne yüzlerce düşünce geldi; aklı karıştı gitti.

Mihne şeyhi Ebu-Said’in sözlerinde gördüm; demiş ki: Ben oraya vardım.
Kab’ın kızının halini sordum, anladım. O, bir arif olmuş, hem de sapına kadar arif.

Ebu-Said, öyle anladım ki diyor, onun söylediği şiirler,

Mecazi aşkın, mecazi sevgilinin aşkıyla, o aşk yanışıyla değil, böylesine şiir, öyle bir oyun yüzünden söylenemez.

O şiirin mahlûkla işi yok; onun zamanı Hak’la geçmekteymiş.
*Mana âleminden tamamıyla olgunlaşmış, kölesi de o yolda bir bahaneymiş ancak.
Sonunda kız, o yanışla ağlayıp inleyerek gece gündüz şiir söylüyordu.
Günün birinde çayırlık çimenlikte yalnız başına bu şiiri okumadaydı:

Ey geceleyin esen yel, git, o Yağma Türküne benden haber ver. De ki:
Susuzluktan uykumu alıp gittin; zevkim, neşem kalmadı; yüzümün suyunu döktün.

Kızıl yüzlü bir saki vardı onun; her an bir testiyle su getirirdi ona.
O sırada, o ay yüzlü, Yağma Türkü yerine, o kırmızı benizli sakiyi koymuştu; onu kastediyor görünmedeydi.

Kardeşi bu yüzden şüpheye düştü; kız kardeşine saygı göstermez oldu. Derken bir ay geçmişti ki bir ordu, Haris’le savaşa girişti.

Öyle bir orduydu ki sayıya sığmazdı; feleğin dönüşü gibi sayıdan da üstündü, haddi de yoktu.
Koca bir ordu, kılıçla, zırhla dalgalanmadaydı; dünya kılıç, zırh pırıltısından aydınlanmıştı.

Dağdan, belden bir ordudur, gelmişti; yer öküzü bile buza saplanmış eşeğe dönmüştü.
Öte yandan Haris’de çıkmış, onlara karşı durmuştu.
Askeri, bahtı gibi gençti; çadırları da reyi gibi yüceydi, miğferleri de.

Bir yandan zafer, kulağı halkalı kulu oluyor, bir yandan fetih ve nusret( başarı),onunla omuz omuza gidiyordu.
Hâsılı ordular birbirine girdi; askerler birbirlerini öldürmeye el attılar.
Bütün ovadan bir toz dumandır koptu; feryat, figan gök kubbeye yüceldi.

Davulların sesleri, göğün kulağını sağır etti; yeryüzü de gök gibi altüst oldu. Yer, düşmanların kanları ile laleliğe döndü; hava, ok yağmurundan çiy taneleri yağdırmaya başladı.

Dünya kana boğulmasın diye, ölülerin yığıntısından meydana gelen bendin arkasına sığındı.
Ecel, cana kastederek pençesini keskinleştirdi; kaza, kinlerle dolu bir halde dişlerini gıcırdattı.

Kıyametten yüzlerce alamet belirdi; Şeytan, o kıyamet yüzünden kamet getirmeye koyuldu.
Derken o safın önüne Haris çıkageldi; kendisiyle beraber dünya dolusu da asker gelmişti.

Orduyu bir uğurdan hazırladı da aslan gibi saldırdı. Sert, dayanıklı gök bile onun oklarıyla paramparça oldu.

Adeta keramet gösterir gibi kılıcını bir vurdu mu, fitnenin bile başı yerlere yuvarlanıyor, o bile kıyamete dek bir daha kendine gelemiyordu.
Kılıcı, düşmanı gül gibi kanla yudu, yıkadı; nusret ve zafer gülü, onun kılıcından bitti, boy attı.

Oku, gök kubbeye fırladı mı, İsa’nın yakasındaki iğnenin gözünden çıkıyordu.
Öte yandan ay yüzlü Bektaş, iki eline iki kılıç almış, her tarafa saldırıp duruyordu.

Bu sırada göz değdi de başı, bir kılıçla iyiden iyiye yaralandı. O güzel yürüyüşlü erin, düşmanlar eline düşüp tutsak olmasına ramak kalmıştı.

O safa yüzü nikaplı bir kız vardı; elinde kılıç, bir ata binmişti. Safın önüne bir dağ gibi gelip durdu; her gönüle ondan bir heybettir çöktü.

Kimse, o gümüş bedenli kimdir, bilmiyordu. Söze geldi, ağzını açtı da bu beceriksizlik de nedir dedi;

Ben o padişahın ki vezirim, şu göktür benim; ayla güneş, ardımdan yaya gelirler.

Şu yuvarlak satranç tahtasına benzeyen gökyüzüne at salsam, onu bile erlerin padişahı gibi hemen dürer bükerim.
Bu zatın hükmünden baş çekenin başını keser, filinin ayağı altına atar, mat eder giderim.

Keskin kılıcımı bir çektim mi, kükreyen aslanın bile ciğerini koparırım. Ateşler saçan kılıcım bir parladı mı, ateşin bile ödü kopar, su kesilir gider.

Yılana benzeyen mızrağımı elinde bir salladım mı, safta olanların hiç birini hesaba almam; hepsini de hiçe sayarım.
Mızrağının önüne demirci örsü bile gelse vuruşumdan paramparça olur; parça, parça yerlere dökülüp saçılır.

Vuruşumdan örslüğü kalmaz; ot kadar bile değeri olmaz.

Bir kuşa benzeyen okum, yaydan fırladı mı, gökyüzü kuşunun ağzından aferin sesi çıkar.
Atımı sürdüm de dizgini saldım mı, yel gibi koşar, düşmanı yeryüzüne yıkar geçerim.

At sürer, savaş faslını açarsam Rüstem kesilirim; savaş biter gider; aslım Rüstem’dir, o soydanım ben.

Bu sözleri söyledi, erler gibi yürüdü, karşı duranların on tanesini yere serdi. Elinde kılıç, Bektaş’ın başucuna geldi; onu oradan aldı; safa getirdi.

Oraya bıraktı; gözden nihan ( görünmez) oldu. Zamane ehlinden hiç kimse onu tanımadı, bilmedi.   

O güzel bir bucağa çekilip gizlendi. Düşman askeri deniz gibi yürüdü.

Bir kere daha yaklaştı ama şehirde de şöhret sahibi hiçbir kimse kalmadı. Haris üst oldu; Buhara şahından da bir hayli halk yardıma geldi.

Padişahın düşmanı olan ordu bozuldu; öldürülenler, yollarda düşmüş kalmışlardı.
Padişah sevinerek, muzaffer olarak şehre gelince o atlı kimdi, o gün o kahramanlığı kim gösterdi diye araştırdı;

Fakat kimse onun izini bulamadı; herkes peri gibi yitti gitti dedi. Hâsılı gece zencisi gelip gece yarısı olunca ay,

Bütün gece, sabun değirmisi gibi nurdan köpükler kusmadaydı.
Âlemi aydınlatan güzel Bektaş, o sabunla, gözyaşını döküp candan elyummadaydı.

Gece kuzgunu gelince kızın gönlü de o gönüle huzur veren güzelin yüzünden tuzağa tutulmuş kuşa dönmüştü.
Gönlü, o kölenin yarası yüzünden öyle bir yanmıştı ki canı üzülmüştü, perişan olmuştu.

O gönül huzuru güzelin başı yaralıydı; o yüzden kızın da gözüne ne uyku girmişti, ne rahat etmişti; gözleri ağrımaktaydı sanki.
O güzel, o gönül huzuru ne olmuştu diye düşünmedeydi; derken gözyaşlarıyla bir mektup yazdı.

O yasemin kokulu güzelin mektubu, şiirle başlıyordu; diyordu ki:
Söz söyleyen dilsizin hikâyesini dinle:

Başbuğluk yüzünden büyüklerin başı olan o başta yaranın ne işi var? Düşmanın başsız ayaksız kalsın; baş kaldırırsa darağacından yücelsin başı.

*Varlığında bir yücelik olmayan kişinin başının yere düşmesi, hiç de saçma bir şey olamaz.

*Bu kapıya toprak olmayan başın, canın, başın hakkıyçin yok olması gerek.
*Baş kaldıran düşmanın, başköşede bile olsa, yılan gibi başının ezilmesi gerek; böyle baş, ona layıktır ancak.

*Aklı olmayan düşman, baş çekerse, tezce kes başını onun; koy ortaya.
*Seninle baş koşmayan, sana uymayan kişinin başı olmasın; çünkü zaten onun derdi, başındadır.

*Baştan çıkmış düşman, senin tapına baş kor, sana teslim olursa başını kurtarır.
*Sana karşı baş eğmeyen kişinin başı, bir kıl kadar olsun değeri olmayan bir baştır.

*Taç bile senin başınla şeref bulur; her baş, senin kadrini tanırsa yücelir, baş olur.
*Baş aşağı felek bile yeniden yeniye her solukta senin tapında baş eğer de o yüzden yücelere erer.

*Başımın derdi, başını dertlere soktuysa dilerim kapında düşmanların başı kesilsin.
*O başa karşı yere baş koydum ben; öylesine başa böylesine yüzlerce baş feda olsun.

*Aşağı bir hale düşmekten dolayı kinlenen kişi, tapından dönerse, gene senin kahrından dönmüştür.
*Yaşayış, zevk dalında meyve yiyen, seni anmadan şarap içerse, ciğerinin kanını içer.

*Bilgisizlikten dolayı akıldan dem vurmaya kalkışan, altın para bile harcasa, senin adınla bezeyemez onu; kötü, kalp bir para basar ancak.
*Haccetmek havasına düşen kişi, buyruğun olmadan haccederse, yanlış bir iş işlemiş olur.

*Ne oldu ki sana kanlara bulandın?        Bu gamla başı yerlere eğilen benim gibisini göremezsin.

Bütün gece mum gibi yandım, eridim; gece geçti, gündüz ölüm gelip çatsın başıma.
Mum gibi aşkla her solukta güldüm; ama senin gözüne karşı gene de yüzümü örttüm.

Mum gibi canı aşkla dirilen, gözyaşıyla ateş arasından güler durur. Geceleyin, gündüze ait bir ümidim olsaydı, belki biraz daha az yanardım.

Canıma düşen ateşin, bir gün olup söneceğini umma; böyle bir şeyi aklına bile getirme.
O derecede hararetli olan ateşten böylesine bir su çıktığına şaşma.
Ne istersin ki benden ki bu kadar yanışla ne gecem yanmaktan hali (kurtulmuş), ne gündüzüm.

Topraklar içinde kanıma bulana beni; gökyüzü gibi serserice döndürme beni.
Başımın dönmekte olduğunu biliyorsun elbet; ne diye bir de kanlar içinde döndürür durursun beni?

Biliyorsun ki sarhoşunum, senin yüzünden başım dönüyor; senin yüzünden elden, ayaktan olmuş, topraklara serilmişim.
Bu kanlar yutan aşıkın, bir kana girmedi ki; neden yalnız kan içinde dönüp duruyorum öyleyse?

Sevginle öyle kendimden geçmişim ki ne önümü görüyorum, ne ardımı; ne yol biliyorum, ne iz.
Derdimle yoğrulmuş bitmiş bir gönlüm var; hüzünle, evinde baş başa kalmışım derdimle.

Ağlayıp inleterek her damarımı, her iliğimi ne diye yakarsın? Ne diye, niceye bir cörotu gibi ateşlere atarsın beni.

Sana kavuşmak ümidi olmasaydı benden ne bir kül kalırdı, ne bir duman. Rüsvay oldum, cana yettim; yaşıyorsam, ancak sana kavuşmak ümidiyle yaşıyorum.

Gönlüm, hicran ateşine dayanamıyor; hatta sevgiliye kavuşmaya da tahammülün yok artık.
Kararsızlar gibi derdimin binlercesinden birini söyledim sana.
Bir fırsatını bulursam daha fazlasını da söylerim; bulamazsam bu sırrı canımda saklarım.

Dadı, bu mektubu alıp götürdü; kalem gibi başını ayak edinip gitti.
Bektaş’ın başı, o derecede yaralıyken mektup yüzünden mehlem buldu sanki kendisi de rahatlaştı.

Gözünden kanlı yaşlar aktı; âşıkçasına bir hayli selamlar gönderdi de dedi ki:
Sevgili, ne vakte dek yalnız bırakacaksın beni?
Neden hastayı bir gelip sormazsın?

Edep, erkân bilenlerin huyu var sende; ne olur, bir soluk gariplerin başucuna gel, otur.
Bugün başımda bir yara varsa, ey gönlü, canı aydınlatan güzel, gönlümde binlerce yara var.

Özleyiş gömleğim kefen oldu. Bu sözleri söyledi, kendinden geçip gitti.

Bektaş, birkaç gün sonra yarası iyileşince yerine dönmüştü.
O gönüller aydınlatan kız, yolda oturmuştu bir gün; Rodeği de o yoldan geçiyordu.
Rodeği, altınsuyu gibi bir beyit söylüyor, o kızsa ondan daha güzel bir beyitle ona cevap veriyordu.

Üstat o gün bir şiir söyledi; o kız da her şiire bir nazire (benzer karşılık) düzdü.
Rodeği, o güzel kızın şairlik tabiatına şaştı kaldı.
O yasemin bedenlinin aşkını anladı; oradan yoluna yürüdü gitti.

Rodeği, o sırrı anlayınca oradan kalkıp Buhara şehrine vardı. Haris’e yardım eden padişahın huzuruna kabul edildi.

Haris de özür dilemek, teşekkür etmek için o gün, o yüce padişahın huzuruna varmıştı.
O gün padişahça bir tören vardı; nasıl anlatayım?
O gün meclis, gönüller aydınlatan bir cennet kesilmişti.

Padişah, Rodeği’nin şiir okumasını istedi; üstat yerinden kalkıp şiir okumaya başladı.
Ka’b’ın kızının şiirlerini hatırında tutmuştu; onların hepsini okudu; meclistekiler pek takdir ettiler.

Padişah, bu şiirler kimin diye sordu; bu inciye benzeyen şiirleri kim dedi, dedi.
Rodeği’nin, Haris’ten nerden haberi olacak?
Zaten şiirle coşmuş, şarapla da sarhoş olmuştu.

Sarhoşlukla dile geldi; padişahım dedi, Ka’b’ın kızının şiirleri bunlar. Yüzlerce gönülle bir köleye âşık; bir kuş gibi faka(Tuzağa) tutulmuş.

Bir zamancağız olsun yemiyor, içmiyor; beyit ve gazel düzmekten başka işi yok.
Mana dolu yüzlerce şiir söylese hepsini de gizlice köleye gönderiyormuş.
O ateş gibi aşk olmasa onda, bu güzel şiirleri söyleyemezdi.

Haris bu sözü duyunca sıkıldı: ama sarhoşluğa verdi, sıkıntısını belli etmedi. Derken şehrine döndü, bunu kızdan gizli tuttu; duyduğunu açmadı.

Ama boyuna kızıp köpürüyor, her an onu gözlüyor, onu izliyordu. Bir suçunu yakalayıp ondan sonra kanını dökmek istiyordu.

O ay yüzlüyse her söylediği şiiri, Bektaş’a göndermekteydi. Bektaş da o şiirleri bir kutuya koyuyor, üstünü kapatıp saklıyordu.

Yasemin bedenli Bektaş’ın bir, bir arkadaşı vardı; o kutuda mücevherler var sanıp
Kapağını açtı, şiirleri bulup okudu; Haris’e götürüp ona da okudu.
Haris’in gönlü ateşlerle doldu; o sırrı anlayıp öfkesi arttı; kız kardeşini öldürmeyi kurdu.

Önce o has köleyi, Bektaş’ı zincire vurdurup zindana attırdı. Ondan sonra o gümüş bedenli kızı, hamamı kızdırıp içeriye kapatmalarını;

İki bileğinin şahdamarlarını yarmalarını emretti. Hacamatçı, kızın şahdamarını yardı, hamamda öylece bıraktı.

Sonra onu hamama kapattı, hamamın kapısını da taşla, kireçle öldürdü. O hür selvi, çok feryad etti ama feryadına erişen olmadı.

Onun feryadını duyanların gönülleri ne hale geldi; kim bilir? Onun yüzünden bütün bir dünyanın ciğeri kan kesildi.

Böyle bir hikâyeyi kim aklına getirir; böyle bir hale kim düşmüştür? Bu dertle, bu yanışla dünyada kim bir gün bile geçirmiştir?

Gel de âşıklık nasıl olurmuş, gör; er olan âşıkların yolunu yordamını seyret. O ay yüzlüyü saran ateşler, bir uğurdan, onun aşk ateşiyle söndü gitti sanki.

Bir yandan o kötü hamamın harareti, bir yandan o ateş gibi şiirlerin harareti, Bir yandan gençlik ateşi, bir yandan o kadar kan kaybetmenin ateşi.

Bir yandan aşkla, gayretle yanıp yakılmak; bir yandan rüsvay oluşun, hasretin verdiği ateş;

Bir yandan halsizliğin ateşi; bir de gönül ateşi, aşk sarhoşluğunun ateşi.
Böyle bir ateşi yüzlerce su bile söndüremez; bunca ateşe kim dayanabilir?

O ay yüzlü, parmağını kanına banarak birçok şiir yazmaya koyuldu. Gönül derdiyle söylediği bir hayli şiiri kanıyla duvara yazdı.

O derecede ki hamamda boş duvar kalmadı; zaten kanı da kalmamıştı artık.
Bütün duvarları şiirlerle doldurdu; sonunda kendisi be bir duvar parçası gibi yere yıkıldı.
Kan, aşk, ateş ve gözyaşı içinde yüzlerce hasretle tatlı canını verdi.
Ertesi günü, hamama örülen duvarı yıktılar. Nasıl söyleyeyim, ne diyeyim?

O gönül aydınlatan dilber. Baştan ayağa dek safran dalına dönmüştü; ama baştan ayağa dek de kana gark olmuştu.

Alıp götürdüler; yıkadılar, arıttılar; gönlü kanlarla dolu bir halde toprağa gömdüler.
O gün duvarlara baktılar; gördüler ki şu ciğerleri yakan şiiri yazmış:

Sevgili, sensiz gözüm, kaynak kesildi; yüzüm, gönlümün kanıyla, tamamıyla boyandı.
Kirpiklerimden akan sellere attın beni; yanlış söyledim; yüzümün suyunu tamamıyla döktün gitti.

Canımı kaptın, geçtin, bir hoşça oturdun o mekâna; yanlış söyledim; ateşler içine daldın da oturdun.

 Değil mi ki gönüle girdin; çıkmazsın artık oradan; gene yanlış söyledim; sen kanlar içine hiç gelmezsin.

İki gözümden iki ırmaktır, akıttın; hamamda bana arınmak için kil verdin. Tavadaki balığa döndüm ben; bu hamama gelmeyecek misin sen?

                                        *
*Tanrı takdirinden aşkın nasibi bu; insan âşık oldu mu, ölmeden cehenneme atıyorlar insanı;

Cehennemde, gönlündeki sırları, yana yakıla, ateş içinde nasıl yazacak bakalım diyorlar.
Nasıl yazılır; nerden bileceksin sen?
Böyle bir hikâye, ancak kanla yazılabilir.

*Cehennemde bile aşkına yüz tuttum mu, her yan cennet olur bana.
Tanrı’dan nasibim cehennemmiş; bu yüzden de hikâyem, âşıklara cennet kesildi.

Şimdi aşk âleminin üç yolu var; Biri ateş, biri gözyaşı, biri kan.
*Kimi vakit kan dökmedeyim; kimi vakit gözyaşı; o yüzden de şimdi ateş içindeyim ben.

Ateşin, canımı yakıp bitirmesini itiyorum; fakat senin konağın can; ateş nasıl yakabilir orayı.
Gözyaşımla sevgilinin ayağını yıkamaktayım; kanımla da candan el yumaktayım.

*Canımdan alevlenen bu ateşle âlemdeki bütün hamları yakacağım ben.
Bu gamla yüzüme ne gelir, gözüme ne dokunursa arıtacağım; bütün yüzünü yıkamayanların yüzlerini yıkayacağım.

Nasip olursa bu kanla, bütün âşıkların yüzlerini gül rengine sokacağım.
Bendeki bu ateşle, yana yakıla, bak da gör diyeceğim, işte sana yedi cehennem; seyret.

Bu gözyaşlarım, bir kan tufanı; bu tufanla yağmura, nasıl yağılırmış, öğreteceğim.

Bu kanın sanki bir deniz; bu kanla şafağa kızıl yüzlülük nasıl olurmuş, belleteceğim.

Bu ateşle öyle bir yanıp yakılmadayım ki cehennem bile benden yüzlerce yalım (gösteriş) istemekte.
Bu gözyaşlarımla suda bir kil hazırladım; iki âleme de kıyamete dek yeter.
Bu kanla, gökyüzünün yolunu kestim; artık gök değirmeni de kanla dönsün.

O nazlı güzele konan tozları gözyaşlarımla suladım da yeryüzüne böylece bir bent kurdum.
Gönlümü parlatan sevgilinin hayalinden başka ne kadar hayal varsa hepsini bu ateşle yaktım.

Ey kadri yüce sevgili, canımın kanını tamamıyla içtin; afiyetler olsun. Şimdicek ateş, gözyaşı ve kan içinde şu leş dünyadan çıkıp gittim.

Sensiz hayat sona erdi; işte ben gittim; sen ebedi olarak sağ ol. Bu şiiri yazdıktan sonra Tanrı emri geldi; o başsız ayaksız âşık can verdi gitti.

Yazık, hem bir kere değil; bin kere yazık o atlı erlerin baş tacı öldü; yazık.
Sonunda bir fırsat gözleyen Bektaş, kolayını buldu; bahtı yar oldu ona; zindandan kurtuldu.

Bir gece gizlice gidip Haris’in başını kesti; ondan sonra da vardı;  Kızın mezarının başına geldi; elbiselerini yırttı; bir hançer bulup ciğerine sapladı.
Bu geçici dünyadan varını yoğunu derdi, topladı; gönlünü zindandan, ağır bukağılardan (Ayak bağı), zincirlerden kurtardı.

Eşi bulunmaz sevgilinin ayrılığına sabredemedi; ona ulaştı; hikâye de kısaldı, bitti gitti.
                                     *** 
İLAHİNAME II FERİDEDDİN-İ ATTAR M.E. B.                              
             ŞARK İSLAM KLASİKLERİ                                                

                                      *
Yaren,

(*) işaret konulan yerleri hikâye bittikten ve anladıktan sonra tekrar okumalısın ve hikâye dışında da manasını anlamaya çalışmalısın.
                                      *
RAVLİ

SEVEN İLE SEVİLENİN BİR ARAYA GELMESİ YÜCELİKTİR

Mecnun ve Leyla 230

Bir gün bir mecnun neşeli bir halde bir yapıya dayanmış oturuyordu.

O dayandığı yer, kerpiçle yapılmış bir duvardı; orada Leyla ve Mecnun oturmuştu.

Bir hoşça adam da bu hali görüp, bir ömürdür koştum, yoruldum ama sonunda, bir araya geldiklerini gördüm.

Şimdi görüyorum; Leyla ile Mecnun beraber oturmuşlar; görüyorum ama acaba rüya mı bu?

Bu ikisi bir arada kim görmüş; Yarabbi, dünyada bu yüceliği kim görmüştür diyordu.

                                    *** 
İLAHİNAME II FERİDEDDİN-İ ATTAR M.E. B.                               
             ŞARK İSLAM KLASİKLERİ                                                
                                      *
Yaren,

Belirli bir ilerleme kaydedersen, Tanrı perdeleri açar da başkalarının göremediklerini görür olursun.

Yaşanmışlar söz ve yazı ile iletilir.
Okuyarak ve düşünerek aklında canlandırır anlarsın.

Ancak sevgi bağı olanda ayrı bir iletişim vardır.
Bu iletişimde ne yazı vardır, ne harf vardır, ne söz vardır.

Gönlünden ister, dilersen o isteğin vücuda gelir, görünür, bilinir duruma gelir.

Ey yaren, bilinen âlem olan bu dünya, bilinmeyen âlemin çok ufak örneğidir.

Tez ol, işi ciddiye al da görünmeyen âlemi tanımaya başla.
Senin yolunu vurmak isteyenler para getirmeyen bu iş boş uğraşı derler.

Yaren, defineler bilirsin ki gizlenir.
Hem de kimsenin bilmeyeceği yerlere gömülür.

Definedir bu arayışın.
Elbette arayan bulma sansı, aramayana göre çok fazladır.

                                        *
RAVLİ

Popüler Yayınlar