31 Mayıs 2012 Perşembe

ŞEMS-İ TEBRİZİ VE NEDEN RÜYA GÖRÜRÜZ

Şems Hazretlerinin bir sohbette söyledikleri:

Tanrı erlerinin uykuları uyku değildir.
Belki de uyanıklığın tam kendisidir.

Çünkü öyle şeyler vardır ki, uyanıklıkta insana gösterilmez.
İnceliği ve zayıflığı dolayısıyla ancak rüyada gösterilir ki ona takat getirilsin.
İnsan kâmil (Olgun) olunca da, ona artık perdesiz gösterirler.

Biri sordu:
“ Kuldan Tanrı’sına giden yol ne kadardır?
Dedim ki:
“ Allah’tan kula giden yol kadar” buna otuz bin yıl dense doğru olmaz çünkü sonu yoktur, ölçüsü yoktur.

Ölçüsüz bir şeyi ölçü ile ifade etmek, sonsuz bir şeyin sonundan bahsetmek imkânsızdır, batıl sözdür (İçi boş, dayanağı olmayan).
Sonsuz bir şeyin sonu belli olan şeyden daha uzak olduğunu bilmek de yersizdir.

Bütün bunlar sözün suret yönüdür.
Sonsuzlukla ilgisi yoktur.

Her nerede söz varsa, orada tanrı vardır.
Söz, bilinen o belirli güne kadar uzayıp gidecektir.

Derviş söze başlayınca itiraz gerekmez ona.
Evet, kaide budur ki, medresede söylenilen her sözün, medresede öğrenilen her düşüncenin konuya da, tartışmaya da faydası çoktur.

Ama bu söz bu faydadan bu konudan uzaktır, bu konuyla ilgisi yoktur.

Adamın biri, bir dostuna Hint kılıcı getirmişti.
Ona:
“ Bu Hint kılıcıdır” dedi.

Arkadaşı sordu:
“Hint kılıcı nasıl olur?”
Beriki cevap verdi:
“ Her vurduğunu iki parça eder”

Adamcağız da ona şu karşılığı verdi:
“ Sofi vaktini kaçırmaz, onu tecrübe için şu dikili taşa vuralım, sınayalım “ dedi ve hemen kılıcı getirdi, taşa vurdu.
Ama tersine kılıç iki parça oldu.

Arkadaşına dönerek şöyle dedi:
“ Hani sen bu Hint kılıcının özelliği vurduğu her şeyi iki parça etmektir diyordun?”
Arkadaşı:
“ Evet, kılıç Hint kılıcı olmaya Hint kılıcı idi ama taş ondan daha hünerli imiş” dedi.

Musa, Firavundan daha kuvvetliydi.
Firavun veli idi ama Musa veliden daha üstündü.
Dedi ki:
“ O halde onun sureti ne idi?”

                  ***
MAKÂLÂT. Şems-i Tebrizi.
Çeviren Mehmed Nuri Gençosman.
ATAÇ yayınları Tasavvuf 6
                    ***
Neler öğrendik:
1.    Tanrı erlerinin uykularında bile uyanık olduğunu, gözlem yaptıklarını öğrendik.
2.    İnsanın tepkisine, hakikati olduğu gibi kabul etme, her şeyin Tanrı sanatı olduğunu anlayıp kavrayıp kabul etmesine kadar bunun rüya yoluyla gösterildiğini, uyarıldığını, öğretildiğini öğrendik.
3.    Tanrıya giden yolun sonsuz olduğunu, ölçü olmadığını öğrendik.
4.    Dervişlerin sözünün tartışma ortamına sokularak amacından saptırılmaması gerektiğini, çünkü dervişin kesin bilgiden konuştuğunu, sunduğu sözün hakikatini deneyip gördükten, sağlam bilgi olduğunu sınayıp gördükten sonra dile getirdiğini öğrendik.
5.    Firavunun veli olduğunu, ancak Musa’nın ondan daha üstün olduğunu öğrendik.
6.    Firavunun Hazreti Musa ile çocukluk arkadaşı olduğunu, sabaha kadar Tanrı’ya yalvardığını, af istediğini, ömrünün 400 sene olduğunu öğrendik.

İşte böyle yaren,

İnsan uykudayken uyumaz, ruhu başka bir alana giderek orada görür, konuşur, sorar, sorularına cevap alır.

Bu alanda ona yaptığı yanlışlıkları, edepsizliği veya memnunluk olunduğu, onaylandığını, iyi yolda olduğu kendisine açıkça gösterilir.

Ümitlerin ne zaman olacağı, yanlış isteklerin onu nasıl mahvedeceğini ona gösterilir.
O gün yapamadıkları nasıl yapıp elde edebileceğinin yolları gösterilir.

Doğruların ve yanlışların gösterildiği ve yaşatıldığı bir âlemdir.
Sen ters bir anlayışa sahipsen, anlaman için tersten gösterirler, rüya tabir edenler düzeltir, düzenler tekrar sana seni anlatırlar.

Rüya sonrası yorum önemlidir.
Çünkü bu yoruma göre kişi inanırlar ve bu yoruma göre yaşamını düzenler ve rüya gerçekleşir.

Onun için rüyanızı yorumlayacak (Tabir edecek) kişinin olgun ve uygun biri olması gerekir.
Hiç rüya görmüyorum diyenler yalancı ve ikiyüzlü kişilerdir ve nefsinin tamamen emrine girmişlerdir.

Rüyaların yorumundan utanç duyacaklarından görmedim deyip konuyu kapatırlar.

(Rüya konusunu irdelemek istersen RAVLİ RÜYA yaz Google’dan incele)
                                                      *
Tanrıya giden yol için zaman ve mekân ölçüsünün olmadığını, biz kendi isteğimizle ve çalışmalarımızla o yolda olmaya çalışırız ama o yolu kısaltan Tanrı’dır.

Tanrıya kadar giden bir yoldan gittin mi ve buldun mu yol bitmez.
Bundan sonra ki yol Tanrı ile beraber sonsuz bir yol olur.

(Daha fazlası için RAVLİ YOL yazarak Google’dan incele)
                                                         *
Söz Tanrı’dan geldiği için her nerede hangi dilde olursa olsun Tanrı varlığı kendini gösterir.

(Daha fazlası için RAVLİ SÖZ yazarak Google’dan incele)
                                                           *
Yaren bilmelisin ki Tanrı eri iyi işler yaptığı gibi kötü işler de yapar ve gösterir.

Musa ve Firavun bize iyi-kötüyü göstermişler ve bizim doğru yolu görmemizi ve yanlışlıklardan kendimizi kurtarmamız için yaşam öyküleri oluşturmuşlardır.

Tanrı böyle murat etmiştir ve bu olaylar gerçekten olmuştur.
Onun için iyi veya kötü olmaları bize örnek olmak içindir, ders vermek içindir, bizim yolumuzu aydınlatmak içindir.

İblis bile gelip peygamberimize öğüt verdiğini düşünürsek hep bu gün bizim faydamız için olduğunu anlamalıyız.
  
Her şeyin doğrusunu Allah bilir.
Bu sözler bizim anlayışımızla sınırlıdır.
                                                         *
RAVLİ

30 Mayıs 2012 Çarşamba

ŞEMS-İ TEBRİZİ VE ELİNİ BÜTÜNE UZATMAK VE SABIRSIZLIK

Şems Hazretlerinin bir sohbette söyledikleri:

Önce, kendi kendine kararlaştırmış olduğun bir fikirden biraz ayrılırsan, bu senin daima kararlarından döneklik ettiğini göstermez.

Biri, karanlık bir gecede kalabalık bir yerden dışarı çıkmak ister, ayağına bir başkasının pabucu geçer ve bu pabucun bir tarafı yırtılır.

Şimdi onun yanlışlıkla bulduğu pabucu giyip gitmesi gerekmez.
Burada, özür dilemek gerçektir.

Çünkü karanlık vardır.
Ama herkesin de böyle bir zamanda kendi pabucunu koruması lazımdır.
Nasıl ki, köylüler dürüst insanlardır.

Sofuların adetleri gereğince herkes kendi yemeğini ayrı yer.
Yemek yerken aralarında bir haksızlık olmasın, sıkılganlık yönünden kimse aç kalmasın diye, hep teker-teker yerler.

Bir gün, bir yolculuk sırasında yemek vakti gelmişti.
Herkes kendi azığının başına oturup yemeye başladılar.

Bu arada ansızın bir Türk atlısı çıkageldi.
Türkler cesur, konuksever ve kaynaşık insanlardır.

Bunlara sordu:
“ Niçin ekmeklerinizi beraberce toplu bir halde yemiyorsunuz?”
Adamlar cevap verdi:
“ Bizim köyümüzün eski âdeti böyledir” dediler.

Atlı kamçısını kaldırdı:
“ Şimdi o âdeti koyanın da canını yakarım, onu kabul edenin de!
Çarçabuk yemeklerinizi toplayın, birlikte yiyin” dedi.

Yolcular korkularından onun dediği gibi yaptılar, yola düştüler.
Köyün ihtiyarı onların diliyle:
“ Eğer ekmeklerinizi birlikte yedinizse, Allah kendi ekmeğini seçip yiyeni affetsin, ötekileri değil!” diyordu.              

Bir zümre vardır ki, seci’li (Ses tonu benzerliği ile yazılan şiir), kafiyeli sözlere değer verirler.
Hep öyle konuşurlar.

Bir zümre, hep şiir söylerler.
Bir başkası da daima nesir söyler.

Bunlardan her biri kelam’ın bir parçasını, bir dalını seçerler.
Tanrı kelamı (Sözü) ise küllidir yani bütündür.

Elini bütüne uzat ki, bütün parçalar senin olsun.
Daha başka bir şey isteyip de parçaya uzanma ki, o zaman bütünün elden gitmesi tehlikesi var.

Birinin evinin kapısında, bir ağaç peyda oldu, serpildi.
Gerektir ki, ev sahibi ağacın tamamını korusun, bütün dalları da onun olsun, gövdesi de.

Ama eğer elini tek bir dala atarsa, ağacın gövdesi artık elden çıkar, o dalın kırılmasında tehlike vardır.
Dal elden giderse kök de gider.

Dedi ki:
İblis’in manası “ Hadis” yani sonradan meydana gelmiş değildir.
Her ne kadar İblis’in sureti hadis ise de, manası kadimdir (Eskidir).

O dedi ki:
“ Bu küfürdür”
Öteki:
“ Hayır, küfür değil bilakis İslam’dır.
Çünkü ben, İblis’in manası kadimdir (Eskidir) sözü üzerine ne söyleyebilirim?
Şunu demek istiyorum ki İblis’in varlığı ilahi bilgide mevcuttu” dedi.

O dedi ki:
“ Hayır, ilahi ilimde senin vücudun da mevcut değildi.
İlahi bilgide ancak onun bir gün var olacağı malum idi.

Herhalde İblis’in manası, onun yaratılmasından daha önce, onun suretinden evvel var idi.”
Nasıl ki, Âdemoğullarının ruhları da onların suretlerinden önce yaratılmıştır.

Ruhlar toplanmış ordulardır.
Tanrı ruhlara hitaben:
Ben sizin rabbiniz değil miyim?”
(Araf suresi172) diye buyurdu.
Onlar da:
Evet, Rabbimizsin “ dediler.

Bu macera henüz ruhların birer kalıba girmelerinden önce idi.
Şimdi Hazret-i Mustafa (s.a) ne buyuruyor?
İblis, Âdemoğullarının damarlarında dolaşır, damar içine dolan bir kan gibidir” diyor.

İblis sureti diye yaptıkları o çirkin resim, insanın damarlarında nasıl dolaşır?
İblis’in insanoğlunun damarlarına girmesi reva (Uygun) değildir.

O dervişin sözüne göre gelmez.
Ama nihayet, konuşan derviş değildir.
Bu mahvolmuş bir derviştir.

Söz öte baştan geliyor.
Nasıl ki keçi derisini tulum (Gayda) yaparsın, ağzına koyar üflersin, ondan çıkan ses her ses artık senin sesindir, keçi sesi değildir.

Gerçi keçi derisinden çıkar ama burada keçi aradan çıkmış, fani (ölmüştür) olmuştur.
Keçiden çıkardığın sesin manası da fani olmuştur.

Böylece bu deriyi davul da yaparsın.
Davul da çalarsın ondan yine bir ses çıkar.

Hâlbuki hayvan sağken bu deriye vursaydın ondan ancak keçi sesi duyardın.
BEYİT:

Bunu ancak akıllı kişi bilir.
Bu sesten o sese kadar kaç yıl geçmiştir?

Bu misal zaruret yönünden söylendi.
Çünkü kemale (olgunluğa) ermiş olan derviş, Hakkın dilinden konuşur.

Bu gün derviş sözüne nasıl itiraz olunur.
O dedi ki:
“ Soruyu işitmemek ve sorudan üzüntü duymak eksiklik olur”

Ona dedim ki:
“ Tam bir anlayışa sahip olan kimse bilir ki, bu kemale, Tanrı yönünden eksiklik gelmez.
Eksiklik onun sabırsızlığından ileri gelir.

Nihayet bu “lenterâni!” (Beni göremeyeceksin!) sözü, Musa’nın sabırsızlığından ileri geldi.
Biraz daha ağır ve sabırlı davransaydı, hem sorusuna cevap alırdı, hem de cevap veren bulurdu.

Cevabı dinlemesen ve gelmezse mana kime gelir?
Sabır, dinleyene kuvvet verir.

Senin bilgine başka bir bilgi daha yardım eder ki, şimdiye kadar her zor soruya karşı bir cevap söyleyesin.
Bundan sonra yüz cevap söyler, o meclis de hoş olur.

Dervişin gözü önünde o meclisin hayali hoş geçmiştir.
Onun o topluluğa karşı ilgisi uyanır, o ilgi de etkiler yapar, yemişler verir.

Nihayet bu derviş, bu taraftan bir şey öğrenmedi, onun öğrenimi öte taraftanmış.
Tanrı’nın lutfu ile öte taraftan öğretilmesi bu tarafa düştü.

Bu taraf sözü ile ona hangi çetin nükte (Herkesin anlayamadığı ince mana) ifade edilebilir?
Tanrı:
“ Onu gözler kavrayamaz” buyurdu ki, bu umutsuzluk tarafıdır.

Sonra da:
“ O gözleri kavrar” buyurdu.
Bu da tam umut yönüdür.

Görüşün hakikati Musa’ya yüz tutunca onu alaşağı etti ve bu görüş içinde boğuldu.
“ Kendini bana göster” dedi ve bu görüş içinde boğuldu.

“ Kendini bana göster” dedi ve Tanrı diliyle cevap aldı:
“ Beni göremeyeceksin!”

Yani böyle (Dünya gözü ile) görmek istiyorsan asla göremezsin!
Bu ifade inkârda mübalâğa ve hayrettir.

Çünkü sen zaten beni görmekten boğulmuş bir haldesin.
Daha nasıl diyorsun ki, bana görün de, sana bakayım?

Yoksa biri, Musa hakkında nasıl şüpheye düşebilir?
Allah’ın sevgilisi, onun konuştuğu Peygamberi ki, Kuran’ın birçok yerinde onun zikriyle doludur.

Nasıl ki, bir kimse bir şey severse onu çok anar derler.
Allah da Musa’ya beni göremeyeceksin dedikten sonra:
“ Dağa bak!” dedi.

O dağ, Musa’nın benliğidir ki, ululuğu ve sarsılmaz sebatı dolayısıyla Allah ona “ Dağ” dedi.
Bu, sen kendi nefsine bakarsan beni görürsün, demektir.

Bu:
Nefsini bilen Rabbini bilir “ nüktesine de (İnce anlamına) yakın bir sözdür.
Nasıl ki Musa da kendine baktı, Tanrısını gördü, onun varlığı belirince kendisi arada hiçleşmiş oldu.

Yoksa nasıl reva görebilirsin ki, Tanrı Musa gibi kendisiyle konuşan bir peygamberin duasını reddetsin de ona cansız bir dağı göstersin?

Musa ondan sonra:
Yarabbi! Sana tövbe ettim” dedi.
Yani seni göreyim derken içinde bulunduğum günahlardan ve seni görmek isteğimden dolayı tövbe ettim, demek istedi.

                  ***
MAKÂLÂT. Şems-i Tebrizi.
Çeviren Mehmed Nuri Gençosman.
ATAÇ yayınları Tasavvuf 6
                    ***
Neler öğrendik:
1.    Yanlışı fark ettiğimiz an eski kararımızda ısrar etmeyip hemen doğruyu uygulamaya başlamamız gerektiğini, inat edip yanlışa devam etmenin yanlış olduğunu öğrendik.
2.    Çok insanın bir arada olduğu yerde veya karanlık işlerin yapıldığı yerde kendimizi korumamız gerektiğini öğrendik.
3.    Emir ve doğru iş için zorlamalarla topluluk içinde beraber bir iş yapılıyorsa bizim onların içinde kendi işimizi tercih ederek ayrı bir iş yapmamızın yanlış olduğunu öğrendik.
4.    Bütünü görürsek, bütün içinde olursak, bütünlükten kopmadan hareket edersek bütünün tamamından yararlanacağımızı öğrendik.
5.    Bütün içinden bir parçasını daha fazla önemsersek, bütünden bu parçayı alıp sahiplenirsek, kendi aklımıza göre büyütürsek bütünü ve bütününü kaybetme tehlikesi olduğunu öğrendik.
6.    Tanrı’yı içselleştirirsek bizden çıkan sözlerin Tanrı sözü olduğunu öğrendik.
7.    İblisi içselleştirirsek bizden çıkan sözün iblisin sözleri olduğunu öğrendik.
8.    Olgunluğa ulaşanların Hakkın dilinden konuştuklarını öğrendik.
9.    Sabrın kuvvet verdiğini öğrendik.
10.                      Sabırlı olursak, biraz ağır davranırsak sorularımıza cevap bulabileceğimizi, diğer bilgilerin buna yardımcı olacağını öğrendik.
11.                      Soruya cevap içten gelmesi için belli bir süre tanınması gerektiğini, içsel bir cevap alamayanın, doğru cevabı bulamayana görünür bir cevap geleceğini öğrendik.

İşte böyle yaren,
Ben gördüm, demek yanlıştır ve bir dizi yanlışlığa seni sürükler.
Tanrı bana gösterildi, lütfetti demek ile doğru yolunda devam edebilirsin.

Tanrı gözünden perdeyi kaldırmadıkça ve aydınlatmadıkça sen asla bir şey göremezsin.
Gördüğüm dediklerin ancak hayalinle şekillendirdiğin, gerçek sandığındır.

Sen ne kadar dikkatli olursan ol, Tanrı’nın perdelediği, sakladığını asla bulamazsın.

Bizim Tanrı’yı görmek isteğinden önce kendi hakikatimizi görmeye, tanımaya ve bilmeye çalışmamız lazımdır ki bu elimizde olan, çalışılmakla elde edilen bir kuvvettir. 

Tanrı‘yı bizim isteğimizle göremeyeceğimizi, ancak Tanrı’nın kendisini bize gösterme isteğinde olduğu zaman görebileceğimizi öğrendik.

Tanrı’yı görme muradında olanların yanlış isteğini doğru isteğe çevirmesi, Tanrı’nın kendisini göstermesini isteyerek içe yani kendine dönerek kendini bilmesinin bir yol olduğunu, takdirin Tanrı’ya ait olduğunu öğrendik.

İnşallah Tanrı’nın kendisini gösterdiği kullardan oluruz.
İnşallah kendimizi bilmede kolaylıklar olur.
Âmin.
                                            *
RAVLİ

29 Mayıs 2012 Salı

ŞEMS-İ TEBRİZİ VE TANRIYLA KONUŞMAK

Şems Hazretlerinin bir sohbette söyledikleri:
Dedi ki:
Dervişin birisinin bir hırkası vardı.
Bu hırka kendisiyle konuşurdu.

O da, hırkasıyla meşveretlerde (Danışma amaçlı konuşma) bulunur, ona sorular sorardı.
O, Tanrı’nın ilahi kanunudur, dilerse insanlardan başkalarını da konuşturur.

Peygamberlerin mucizeleri tevatürle (Söylemekle) sabit olmuştur.
Şimdi, sen ki insanoğlusun, nasıl olur da sen de konuşmazsın?
Dile gelmezsin?

Ancak bütün sözlerin, bazı kocakarı hikâyeleri, Arap şiirleri!
Hep bu!
Şimdi kendi sözlerin nerede?

“ Bu, fakirlik icabıdır” dedi.
Fakirden üstün bir şeyh vardır, şeyhten üstün kutup, kutuptan önce falan şey.

Şunları söylemek istedim:
“ Sen, bu fakirlikten hiç kimseye bir şey anlattın mı?
Bu fakirlik mertebesi için o gafil şeyhlerden bir haber getirdin mi?

Dünyanın en büyüğü, âlemin ve Âdem’in ulusu Cenab-ı Peygamber:
Âdem ve başkaları benim sancağımın ardından yürürler, ben Arap ve Acemin en düzgün konuşan insanı olmakla iftihar ederim, fakirlik mertebesinin benim için bir övünç vesilesi olması ile de öğünürüm” buyurmuştur.

Sen şu fakirlik mertebesinden ne bekliyorsun ki, onu bir şeyhten daha geri bir sıraya atıyorsun?”
Ama hiçbir şey söylemedim, onun cevabı da sadece susmak oldu.

Sonra dedi ki:
“ Eğer onlar diken gibi oldularsa içlerini ateşlemek lazımdır”

“ Nuh’a mı uyacaksın, yoksa Mustafa’ya mı?” dedim.
Çünkü Nuh peygamber:
Yarabbi, yeryüzünde kâfirlerden tek kişi bırakma!”
(Nuh suresi 26) diye yalvardı.

Hazreti Mustafa (s.a) ise:
Allah’ım ümmetimi doğru yola yönelt!
Çünkü onlar bilmezler” buyurdu.

Bu çile dolduranlar Musa’ya uyanlardır.
Çünkü onlar Hazreti Muhammed’e uymaktan bir zevk duymazlar.

Hâşâ (Olmaz), belki de Muhammed’e uymayı şart bilmezler ise Musa’ya uymaktan da pek az zevk duyarlar ve onun yolunu tutarlar.

Diyorsun ki:
“ Veli tek bir insandır, daima onların nazarı dünyayadır”
Yani onunla herkes beraber yürür, önünde ardında dolaşırlar.

Nasıl ki, bazıları padişahın kapısını hor görürler, ona bayağı bir süvari gözüyle bakarlar.
Ama esas başının makamını daha yüce sayarlar.
Çünkü önünde, arkasında değnekçileri vardır.

                  ***
MAKÂLÂT. Şems-i Tebrizi.
Çeviren Mehmed Nuri Gençosman.
ATAÇ yayınları Tasavvuf 6
                    ***
Neler öğrendik:
1.    Tanrı ile bir vasıta ile konuşabileceğimizi öğrendik.
2.    Herkesin Tanrı ile bir şekilde görüşmesinin doğru ve iyi olacağına öğrendik.
3.    Tanrı ile söz ile konuşmanın mucizeler meydana getirdiğini öğrendik.
4.    Tanrı ile konuşmak için fakir olmamız yani ona muhtaç olduğumuzu, kuvvet ve kudretinin olduğunu, kendimizi küçülterek ve yanlışlarımızı dile getirerek söylememiz gerektiğini öğrendik.
5.    Tanrı’ya söylenen kendi sözümüzün Tanrı tarafından çok değer verildiğini ve bir şekilde karşılık verildiğini öğrendik.
6.    Fakirlik seviyesinin diğer insanların adlandırdıkları mevki ve makamlardan çok daha seviyeli olduğunu öğrendik.
7.    Peygamber efendimizin fakirlik sebebi olduğundan ve Tanrı ile konuşmaya yol açtığı için övündüğünü öğrendik.
8.    Fakirliğin nimetinden faydalana bir peygamberimiz olduğunu, fakirliğin bize açıklanan ve açıklanmayan birçok faydası olduğunu, bakışımızı dünya kazancından, ahret kazancından vazgeçirip Tanrı’ya bakmaya yönlendirdiğini öğrendik.
9.     Peygamber efendimizin yolundan ne kadar gidersek o kadar zevk alacağımızı öğrendik ve bu zevk alışın ne kadar uyduğumuzu veya uymadığımızı gösterdiğini öğrendik.
10.                      Parçalanmamış, bölünmemiş, tek olmuş bir insanın veli olduğunu, o velinin dünya işlerini bakışıyla yaptığını öğrendik.
11.                      Velinin önünde arkasında koşturanlar olmadığını görünce onu değersiz, etkisiz, yeteneksiz görmememiz lazım geldiğini, nice padişahların yapamadığını bir sözü ile yapıldığını öğrendik.

İşte böyle yaren,

Namaz kılıyorsan baştan sona Tanrı ile konuşmak olduğunu anlarız.
Bir işimiz de böyle yapacağım, buna Tanrı ne der diye kendi kendine sorarsan bu bir Tanrıyla konuşmadır.

Tehlike, tehdit, korku karşısında Allah adının geçtiği sözler söylersin ki bu da Tanrıyla konuşmaktır.
Aslında bütün gün Tanrıyla beraberiz ve onunla bir şekilde konuşuruz.

Putperestler puta söylerler, söyledikleri de olur.
Dervişin elbisesi ile konuşması gibi puttan cevap alırlar.

Kimin yattığı belli olmayan bir mezara saygı gösterip ona dileğini söyleyenin dileğinin olduğunu görmedin mi?
Tanrı o putla, o mezarla konuşmayı kendisi ile konuşma sayar ve dileğini verir.

Yaren burada Tanrı’nın yalvarışı sevdiğini, değer verdiğini ve dileğini yerine getirdiğini anlamalısın.

Muhammed Mustafa yolundan olanlar fakirlikle sahip oldukları Tanrı’ya yalvarma ahlakını en iyi şekilde içselleştirir ve bundan zevk alırlar.

Yalvarışı puttan veya herhangi bir şeyden yaptığı isteyişi dünyalık istekler içindir ki geçici isteklerdir.

Derviş yalvarışı ile Tanrı’nın kendini ister, ebedi olanı ister.

Bizimle beraber olan, bize şah damarımızdan daha yakın olan Tanrı ile konuşmamız gerekir ve bunu önemsememiz gerekir.

Not:
Yaren Tanrı’da istediğini tanrı çalışmanın içine koyup oradan sana verir.
Yanlışa düşüp de ben çalıştım, ben kazandım, kafayı kullandım gibi kendine mal etmeye kalkmamalısın.
Onun için yalvarışını, istediğini unutmayasın veya görmemezlikten gelmeyesin.
                                         *
RAVLİ

28 Mayıs 2012 Pazartesi

ŞEMS-İ TEBRİZİ VE BİRLİKTE SEVMEK

Kâfir: Hazreti Muhammed’in peygamberliğini kabul etmeyen.
Gâvur: Hazret’i Muhammed’in peygamberliğini bildiği halde inadından dolayı kabul etmeyen.

Şems Hazretlerinin bir sohbette söyledikleri:

Müslüman’ın biri bir gâvur kızına gönül verdi; yalvardı yakardı.
Gâvur kızı:
“ Ben kâfirim, sen Müslümansın, bu olmaz, benim dinime gir” dedi.
Adam gâvur oldu bundan sonra ona kâfir yahut Müslüman dediler.

Bunun tersine olarak bir kâfir de, ay gibi güzel bir Müslüman kızına âşık olmuştu.
 Kız:
“ Eğer benimle evlenmek istersen Müslüman ol” dedi.
Adam Müslüman oldu.

Ona her kim Müslüman değildir derse kâfir olur, yani ona:
“ Bu kâfirdir” diyen kâfir olur.

Ondan niçin bahseder?

Bu dünya güzel bir dilberdir.
Kâfir, Tanrı’yı görünce âşık oldu, Müslüman oldu, ahret oldu.

Şeytanını Müslüman etti.
Hayırlı mal hayırlı insana yaraşır” sözü gerçeklendi.

Nefis, yavaş-yavaş Müslüman olayım der, artık iyi insan olayım der.
Bu çilenin ve arıklık yolu aramanın tam kendisidir.

O arıklaşmıştır, başka çaresi yoktur, artık yaltaklanmaya başlamıştır.
Nasıl ki hadiste Nefs-i Mutmaine’nin yani hakikate kanmış olan nefsin Nefs-i Levvameden yani kendini kınayan nefisten daha hayırlı ve daha aziz olduğu buyrulmuştur.

Şu halde Tanrı, niçin Nefs-i Levvame üzerine yemin ediyor?
Ve “ Kendini ayıplayan nefisle yemin ederim” buyuruyor da daha yüce olan Nefs-i Mutmaine ile ant içmiyor?

Onu bahis konusu etmek istemiyor, o derece gizli tutuyor.
Nasıl ki, biri şöyle der:
“ Ey şah ayağının toprağı hakkı için!”

Eğer onun canı aziz (Saygın) ise başka bir cevap söylenir.
Nasıl ki şu:
Allah dilediğini rahmetine dâhil eder, zalimlere de elemli azap hazırlamıştır
(Dehr ‘İnsan’ suresi 31) anlamındaki ayetin tefsirinde, o şeyh, Tebriz’de diyordu ki:

“ Bunu cenazenin önünde ne diye söylerler?
Ben ölmeyen o diri Allah’ı kutlarım.

Onlar zannederler ki yüce Tanrı adını söylüyorlar.
Hâlbuki Allah öyle bir ulu Allah’tır ki, onun adını ölümle birlikte anarlar ve ölüye hitap ederler.

“Yani öyle diri yaşayın ve öyle diri ölün ki, bir daha ölmeyesiniz!
Gün ışığı parladığı zaman aramızı birleştirir.

Hangi nimet vardır ki, zamane onu bulandırmasın?
Şeyh diyordu ki:
“ Müslümanlık gerektir Müslümanlık”

Hâlbuki kendisinin Müslümanlıktan haberi yoktu.
Müslümanlığın dış yüzünü bile bilmiyordu.

Diyorlar ki:
Filanın sözü serttir.
Bir ay, iki ay, arka arkaya onun sözlerini dinlerler ama bir koku almazlar.

Hele bir takım başıboş sözler de söyler o.
Allah bana öyle büyük bir şey vermiştir yahut Allah’tan öyle büyük bir şey bulmuşum ki, bunu bilmiyorlar.

Ne önce gelenler, ne de sonuncular bunu anlayabildiler.
Hâlbuki biz diyoruz ki, Allah bize pek az bir şey vermiştir.

Buna delil de gösteriyoruz.
O, Mevlana’ya diyor ki:
“ Ben, seni seviyorum, başkalarını da senin hatırın için seviyorum” buna, Mecnunun şu şiirini tanık getiriyor:

ŞİİR:
Onu sevdiğim için bütün karaları seviyorum,
Onun sevgisi ile kara köpekleri bile seviyorum.

Bunu, Mevlana Şemseddin-i Tebrizi’den başkaları için mi söylüyorsun?
Eğer beni onun için seviyorsan çok iyi olur, benim de hoşuma gider.

Onu benim için seviyorsan niçin:
“ Sevilenlerin yanında sevilmeyenler de hoşa gider” diyorsun?

Bu böyledir.
Sevgili razı olduktan sonra başkalarını da onunla birlikte severler.

                   ***
MAKÂLÂT. Şems-i Tebrizi.
Çeviren Mehmed Nuri Gençosman.
ATAÇ yayınları Tasavvuf 6
                    ***
Nefs-i emmare: (çok zorlayan nefis):
 İnsanı kötülüğe sürükleyen nefis,(öfke, hırs, şehvet ve benzeri haller).
Dünyaya ve ahrete insanı isteklerle bağlayan hoşlanma duygusunu veren, ihtiyaç bildirendir.

Nefs-i levvame:(azap verici, kınayıcı nefis):
Kötülükten sonra içe huzursuzluk, rahatsızlık veren nefistir.

(Lekeleyici nefistir.
Birinin aleyhinde bulunmak, aşağı görmek, öfke, hırs, şehvet ve benzerlerini yapmamak, fakat yapanları ayıplamak, onlardan nefret etmek)

Nefs-i mutmaine: İyilikle kötülüğü ayırt eden, temizlenerek kişiyi Allah’a yaklaştıran kuvvet.


Meler öğrendik:
1.    Kişilerin diğer kişiyi o anda nasıl tanılarsa öğle isimlendirdiklerini, değişim ve gelişimlerini takip etmediklerini öğrendik.
2.    İyi bir yola girenin geçmişteki yanlış ve yetersizliğinin unutulması gerektiğini, iyi işlerinin öne çıkartılması gerektiğini öğrendik.
3.    İyi bir yola girenin kendisini kurtardığını, hayırlı bir insan olma yolunda ilerleyenin evvelce yaptığı yanlış işlerini devamlı ortaya getirenin kötü huyluların yaptığını öğrendik.
4.    Kendi ayıplarımızı görürsek ve düzeltmek için bir şeyler yapma zamanı geldi dersek nefsin yaltaklanması olduğunu öğrendik.
5.    Kişinin kendi davranışlarındaki fenalığı görmesini Tanrı’nın çok önemsediğini, düzelmesi için yaptığı çalışmasını desteklediğini ve yardım ettiğini öğrendik.
6.    Kişinin yanlışı kınayıştan sonraki iyilikle kötülüğü ayırt etmesini ve kendini yanlıştan temizlenmesinin hayırlı ve aziz (Saygın) bir davranış olduğunu öğrendik.
7.    İşin hakikatini bilmeden söz edenlerin komik duruma düştüklerini öğrendik.
8.    Sevdiğimiz sevdiklerini birlikte sevmemiz gerektiğini ancak sevdiğimizin izin ve müsaadesiyle olması gerektiğini öğrendik.

İşte böyle yaren,

Kendimize dönük öz eleştiri yapmamız çok iyidir ve çok önemlidir.
Ancak bunda hangi ölçüyü kullanacağımız ve kiminle karşılaştırma yapacağımız önemlidir.

Ölçü olarak, Tanrı ölçülerini alırsak yani yap dediğini yapmak, yasakladığından uzak durmak şeklinde ölçüm yaparsak bu doğru olur.

Nebiler ve velileri örnek kişi alırsak kendimizi iyi bir karşılaştırma yapmış oluruz.

Kendimizi kandırmak istiyorsak bu başka bir iştir.
Çok yanlış yapan biri ile kendimizi karşılaştırırsak kendimizi aziz sanırız.

Birisi ne kadar çok sevildiğini, ne kadar güzel işler yaptığını anlatıyorsa bu kişi büyüklenme hastalığına yakalanmıştır ki asla kendi yanlışlıklarını göremeyen kişidir.

Birisi her şeyden şikâyet ediyor, başkalarının yanlışlıklarını anlatıyorsa o kişi asla kendi yanlışlıklarını göremeyen kişidir ve kalbi hastadır.

Kendi yanlışlarını görmek ve düzeltmeye çalışmak saygın bir iştir.
Her kendini bilmek isteyenin kendi yanlışlıklarını görerek düzeltmeye çalışmalıdır.

Kendi yanlışlarını gören ve düzeltmeye çalışan:
Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslam’a açar
(En’am suresi125) ayetinin nuru ile görmeye başlar.

Allah, doğru yola gidenlerin hidayetini (Doru yola kılavuzlamayı) artırır
(Meryem suresi 76)

Yaren ben doğru yola gireceğim diye istesen de giremezsin.
Tanrı sana izin verirse ancak olur.

O halde önce Tanrı’ya yönelmelisin, yalvararak yardım istemelisin.
                                          *
RAVLİ

27 Mayıs 2012 Pazar

ŞEMS-İ TEBRİZİ VE FÜTÜVVET

Fütüvvet:
Başkasına yardım etmek manasına gelir ve (İyi ahlak ve nimetin belirtisidir) diye tarif edilmiştir.

Kelime olarak kerem, cömertlik, gençlik, yiğitlik, kahramanlık ve cesaret anlamlarına gelir.

Sadıkların ayıplarını örtmek, düşmanlarının şamatalarını susturmak da fütüvvet icabıdır.
Mümin kardeşine yardım edip hizmet edene Allah’ın yardım edeceği şüphesizdir.

Fütüvvetin aslı nefsanî hazlardan ayrılmak ve Hakka yönelmektir ki Feta (Yiğit, mert) alan Hazreti İbrahim’in sıfatıdır ve zahir putları kırmıştır.

İnsanın içindeki (Nefsi heva, şeytan, dünyalığa meyil ve nefsani hazlar) dan ibaret beş putu kırmak lazımdır.,,Peygamberlerin lisanından gelen şeriat ilmini heva ve hevesle akli delillerle tercih etmek de fütüvvettir.

Fütüvveti yaşayanlarda:
İffet, emanet, şevkat, bilgi, tevazu (Alçak gönül), ve takva (Allah korkusu) bulunur.

Fütüvvet sahibinin görüşüne göre:
Mümin, kâfir, dost, düşman ayırt edilmez.

Fütüvvet sahibi davranışı:
Fedakârlık, feragat (Vazgeçme), insanlık, cesaret ve adaletli davranmak.

Başkasının hak ve menfaatini kendisininkinden önde tutmasıdır.
Karşılık beklemeden başkalarına yardım ve iyilik etmesidir.

Başkalarını kendinden daha değerli görmesidir.
Başkalarına yaptığı iyiliği küçük görmesidir.

Kendine yapılan küçük bir iyiliği bile büyük görmesidir.
Gücü varken af edebilmesidir.

Hiddetli iken yumuşaklık gösterebilmesidir.
Düşmana karşı iyi davranmaktır.

Üç derecesi sayılmıştır:
1.    Nefsini başkasından üstün görmemek.
2.    Halkın yaptığı cefayı unutup husumeti terktir.
3.    Ulaşana yaklaşıp, cefa edene ikramdır.

Fütüvvetin en yüksek tecellisi, ceza gününde (Ahret) Peygamberler bile (nefsi, nefsi) derken Peygamber efendimizin şefaatçi olmasıdır.

                                           ***

Şems Hazretlerinin bir sohbette söyledikleri:

Bir köylü ile alaya başladılar, adamı çırılçıplak soydular ki, elbisesini satsınlar, onu ahmak yerine koyarak, çamaşırlarını ortaya attılar.

Fütüvvet ehli büyüklerden her birinin, Âdem Peygamber’e varıncaya kadar fütüvvetleri nasıl oldu? Diye sordular.
Fütüvvet âdeme gelince ne oldu diye sordular?

İbrahim’e gelince ne oldu?
Müminler ulusu Ali’ye gelince nasıl oldu?

Her biri kendi ölçüsünde bir şey söyledi.
Sıra bana gelince ne kadar ısrar ettilerse de bir şey söylemedim.

Söylemiyordum.
Orada bir derviş vardı, başını öne eğdi, hiç konuşmuyordu.

“ Âdemoğlu gerektir ki ömründe bir kere bir günah işlesin ve bütün ömrü boyunca onun pişmanlığını çeksin.
Babasının geleneğine uyarak, Tanrı’dan mağfiret dilesin.

Babasına benzeyen zulmetmez” dedim ve Âdem’in günahını ve onun özür dileyerek tövbe etmesini anlattım.
                                                    *
Bana sordular:
İnnâ Fetahnâ’ suresinin indirilmesindeki sebep ne idi”
Dedim ki:
Benimle ve sizinle ne yapacaklarını bilemem’ anlamındaki ayet indiği vakit onlar bu ayetin zahir manasından başka bir manası olduğunu anlayamadılar.

Şu suretle söylenmeye başladılar.
Dediler ki:
“ Yeryüzü öyle birine çevirin ki o kendisinin ve kavminin ne işe yardığını bilmiş olsun.
İşte bunun üzerine Fetih suresi indirildi”

Tekrar sordular:
“ Bu onlara nasıl bir cevap oldu?”
“ Sözün gelişi böyle olur” dedim.

Sözü geçen ayetteki “ Bilmiyorum” sözünde cehalet ve şaşkınlık yoktur.”
Belki şu manaya gelir:
Acaba Padişah bana ne kadar kaftan giydirecek veya hangi mülkü bağışlayacak?

Bir soru daha sordular:
“ Bu sözde de yine bir sürprizimiz var” dediler.” Onun gibi bir zatın kendisine nasıl bir hilat (Süslü, makam sahibinin giydiği elbise) giydireceğini bilememesi bir noksan değil mi?
Mademki ona bazı kaftanlar, ihsanlar verilmiştir kalanını nasıl bilemez?

Çünkü az çoğu gösterir.
“ Bu bilgisizlik değildir” dedim.
Belki, o ihsanın büyüklüğünü ve sonsuzluğunu belirtmek içindir.

Nasıl ki bir yerde:
“ Bilir misin? Geçit nedir?”
(Beled suresi 12) ve ayrıca:

Bilir misin din günü (Kıyamet günü) nedir?” buyrulmuştur.
Bu sözün hakikati onlara erişmez, ancak manası erişir ki onların renkleri başkalaşsın.

İnsanın değişmesinde iki sebep vardır.
Her ne zaman onlara anlatmak için sözü tekrarlasan, hakkında kötü düşünürler.
“ Sermayesizlikten, sözlerini tekrarlar durur” dediler.

Onlara dedim ki:
“ Bu ancak sizin sermayesizliğinizdendir yoksa benim sözlerim çok iyidir, ama size anlatmak zordur.
Yüz kere de söylesem her defasında başka bir mana anlaşılır ve o asıl mana böylece el değmemiş bir mana olur”

İşte bu diyordu ki:
“ Söz meydanı çok geniştir”

Ona cevap vermek isterdim ve dedim ki:
“ Belki mana alanı çok geniştir ama söz alanı çok dardır

Onunla ancak nifak (İki yüz) yönünden konuşuyorum.
Şu sebeple ki, nifakı bilmediğini de anlasın!
Ona:
Bu sözü başka bir kulakla dinle” dedim.
Şeyhlerin sözlerini işitmiş olan kulakla dinleme!

 Bu sözün konuşulduğu yerde Bâyezid-i Bistami’nin ve onun “ Kendimi takdis ederim, şanım ne yücedir” sözlerinin ne yeri var?”                                                                                                                            

                   ***
MAKÂLÂT. Şems-i Tebrizi.
Çeviren Mehmed Nuri Gençosman.
ATAÇ yayınları Tasavvuf 6
                    ***
Neler öğrendik:
1.    Başkalarını küçük görerek alaya alanların fütüvvetten bahsedemeyeceğini öğrendik.
2.    Başkalarının ayıplarını açan, teşhir edenin fütüvvetten bahsedemeyeceğini öğrendik.
3.    Başkaların en lazım olanını alanların fütüvvetten bahsedemeyeceğini öğrendik.
4.    Başkalarının ayıp yerlerini açarak utandıranların fütüvvetten bahsedemeyeceğini öğrendik.
5.    Kelimenin taşıdığı anlamı bildiği halde, buna uygun davranışlarda bulunmayanlara hatta zıddını yapanlara bu konuda soru sorsalar bile cevap verilmeyeceğini öğrendik.
6.    Günah işlediğinin farkına varanın Tanrı’da pişmanlığını belirterek af edilmesini istemesi ve bu pişmanlığını hiçbir zaman unutmaması gerektiğini öğrendik.

                                                  ***
Neler öğrendik:
1.    Tanrı’dan bir olaydan, bir durumdan sonra ayet şeklinde söz geldiğini öğrendik.
2.    “Bilmiyorum” diyenlere cahil veya şaşkın diyemeyeceğimizi öğrendik.
3.    Sözün üstüne yüklenen mana, mananın üstüne yüklenen o sözün hakikati de olduğunu öğrendik.
4.    Söz doğruluğu, manası ve hakikati anlatılsa bile herkesin bunu göremeyeceğini, görüş sahibi olmayanlara bunun anlaşılır kılınmasının çok zor olduğunu öğrendik.
5.    Sözün manayı anlatmaya yetmeyeceğini, dinleyenin birikimine göre anlayabileceğini öğrendik.
6.    Sır sahibinin sözünü can kulağıyla dinlememiz, işin içine kendi bilgimizi ve kişiliğimizi katmadan anlamaya çalışmamız gerektiğini öğrendik.

İşte böyle yaren,

İlmi ledün bilgisine sahip olanların anlatımı farklıdır.
Okulda öğrenilen kitabi bilimlerden farklıdır.

Kitabi bilgiler üzerinde sadece cüzi (Parça) akıl devrededir.
Ledün bilgileri ruh, can, kalp, gönül ve göğüs bilgisi ile külli (bütün akıl) harekete geçer ve anlayış, kavrayış, hakikati görme ile olur.

Kendini gören (Ben ve ben merkezli düşünen) kendini perde içine koyduğundan hakikati göremez ve sanı olarak veya başka görüş sahiplerinin ağzından nakleder ki kendi bile tam ve yeterli anlayamamıştır.

Sermaye dediğimiz söz üzerinden bilgi birikimin ne kadar çok olursa o kadar kafan karışır.
Esas sahip olman gereken sermaye mana birikimin olmalıdır.

Mana birikiminden sonra sırları kendine sermaye edersin ki Tanrı sözünün hakikatine ulaşırsın.

Sözü öğrenmekle kendini manaya, sırra ve hakikate ulaşmış sanarak kendi kendine örtü örtmemelisin.

Güzelim, yarenim,
Bunları bir güzel öğrendin diyelim, konu gelince güzelce anlatabilecek durumda olduğunu var sayalım.
Ama bir garibi itersen, aşağılarsan, alay edersen, insanların ayıplarını anlatırsan, gariplerin parsını şu veya bu şekilde alırsan sana:
“Biliyorsun ama hiçbir şey anlamamışsın, kalbin bu bilgiler ışığında yumuşamamış, doğruyu söylemeği yeterli görüyorsun, daha ilerisini göremiyorsun derim.
Ve derim ki sen bizim sütümüzü emip kuvvet buluyor başkalarına saldırmak için kullanıyorsun derim.
Ve derim ki temiz saf kişileri bu bilgilerle kendinden geçirip bir şekilde kendi çıkarına kullanmak için öğreniyorsun derim.
Ve derim ki böyle yanlış yaparsan görünmeyen bir yerden öyle bir darbe yersin ki nereden geldiğini anlayamazsın.
Ve derim ki sözün de ilk sahibi vardır ve bunun sahibi de senin bu sözü nerede, nasıl, ne amaçla kullandığını takip eder.
Ve derim ki kendi yaptıkların ile öğrendiklerin arasında etkileşimin nedir diye kendini hesaba kendin çekmelisin.

Yarenim,
 Ekranına kadar getirdiğimiz sana sunduğumuz aynı yazıyı bir zaman sonra yine oku.
Okuduğun zaman daha başka fikir ve düşünceler verecektir.

Şems Hazretlerinin sözleri durgun suya atılan bir taş gibidir.
Her an bir halkadan daha geniş bir halka ondan da daha geniş bir halka olarak sonsuza kadar göreceğin bu etkinin tesiri olacaktır.

Sakın bu sözleri başka sözlerle karıştırıp bulandırma.
Şems Hazretleri bize arı, temiz, tertemiz, besleyici, kuvvetlendirici ana sütü gibi ikram etmektedir.

Mevlana Hazretlerinin demine, Şems Hazretlerinin sırrına, Hazreti Alinin keremliğine talip olmaya devam et.
                                       *
RAVLİ

Popüler Yayınlar