Ay parçası gibi bir şehzade
vardı.
Güneş yüzünü görse deli gibi
her aybaşı çıldırır, çırpınırdı.
Alnı bir gümüş levhaya
benzerdi.
Üstüne sanki miskle cim ve
mim harfleri yazılmıştı.
Zülüfleri, cim ve mim (Arap harfleri)
gibi kıvrılıp büküldü mü cim ve mimle Cem (Birlik)
saltanatını elde ederdi.
Kaşıyla aya perdecik eder,
kirpikleriyle gâh gönlü, gâh ciğeri avlardı.
Fitne nergis gözlerini gece
renginde, simsiyah görünce onların içine dalıp avlanmaya, biniciliğe
kalkışırdı.
Ne de güzel bir gece rengi
bulmuş, ne de3 hoş bir av elde etmişti ya.
Hakikaten biniciyi de iyi
bulmuştu, avı.
Dudakları hem baldı, hem
şeker.
Biri, öbüründen, o da bundan
daha hoştu, daha tatlıydı.
Arılar, balına üşüşmüşlerdi
de o yüzden şeker kamışı gizli kalmıştı.
Dudakları, öyle güzeldi ki
adeta mercana, akik’e (Kıymetli taş) benzerdi,
inci gibi otuz dişi de bunların arasında parıl-parıl parlardı.
Yıldız bile, yücelikler
âleminin ta yücesinden ta yedinci kat gökten onu seyrederdi.
Yüzünü gören he, canı varsa
hemen ona peşkeş çekerdi.
Bir çavuş, o ay yüzlü güzel
şehzadeye âşık oldu.
Gönlü şaşkın bir hale geldi,
aklı yolunu kaybetti.
O dertle bir hayli
becelleşti, alt üst oldu.
Kimsecikler, onun halini bilmiyordu.
O sitem çeken zavallı, bir
derecede kanlara gark oldu ki dertlerle öldürülen bir adam bile o derecede
kanlara gark olmaz.
O sırada padişaha kin güden
padişahlardan biri düşmanlığa kalkıştı.
Padişah, düşmana oğlunu
gönderdi, aya balık gibi zırh giydirip yolladı.
Şehzade büyük bir orduyla
öncü olarak yürüdü.
Ordunun her eri, felek gibi
adeta gönül kanına susamıştı.
Savaşa şehzadenin gideceğini
duyan çavuş, eline bir at geçirip zırhlar giyerek derhal şehzadenin askerleri
arasına karıştı.
Şehzadenin yüzüne hırsızlama
bakmakta, her an gözlerinden yaşlar akmakta idi.
Sevgilin yüzünü
gizlice göresin.
Ne hoştur o lezzet,
ne hoştur o hayat!
Yüzü, hırsızlamacasına
görebilen sevgiliyi gönülde ve gözde görmek ne mümkündür.
Hâsılı ordular karşılaşıp bir
saldırışta iki saf birbirine girince,
Yeryüzü, iki yandan da
karardı.
Felek, orduların kopardığı
tozdan görünmez oldu.
Nihayet, tersine dönen
feleğin zulmüyle öyle bir şehzade tutsak düştü.
Asker kaçtı, şehzade aciz
kaldı, o kadar halk arasında bir çavuş kaldı, bir o.
Çavuşu kimse tutmadı ama o,
kendisini derde attı.
İkisini de esir edip bir zindana
götürdüler.
Bu durum çavuş için sevgili
ile buluşma, şehzade için ayrılıktı.
Ayaklarına bukağı (Zincir
halka) vurdular, her ikisini de bir yerde hapsettiler.
Oğlan çavuşa:
Sen savaşa ne zaman geldi?Ben seni bilmiyorum.
Hangi bölüktensin?
Benim askerime katılanlardan mısın yoksa? Diye sordu.
O yolunu yitirmiş çavuş dedi
ki:
Ben âlem padişahının aşkına
düşmüşüm, nice demdir belki padişahım beni hizmetine kabul eder ümidindeydim,
dileğim buydu.
Padişah birden bu sefere
düşünce bana da yola düşme gayreti geldi.
Savaşta bir iyice dövüşeyim
de belki padişah yanında bahtım yaver olur.
Bu suretle bir ekmek elde
eder, ad şan kazanır, ömrümce sürecek bir makama nail olurum, dedim.
Şehzade, onun sözlerini
duyunca gamdan azat oldu, sevindi.
Yüce şehzade, bir hayli
iltifatlarda bulundu.
Zaten gönlü yanmadaydı, bu
iltifatlar yüzünden büsbütün tutuştu!
Çavuşun gönlü, neşeyle öyle
bir hale geldi ki sanki yüzlerce âlemin saltanatına nail olmuştu.
Gerçi zindandaydı zavallı ama
erliği hiç yere salmıyordu.
Çavuşa, sevdiği ile beraber
olunca zindan adeta cennet bahçesiydi. Şehzade için zindan ayrılıktı.
Şehzadenin dertli babası
oğlunu kurtarmak için tekrar savaşa başladı. Zaman geldi barış yaptılar.
Savaşanlar, savaştığı padişahın kızı ile
zindandaki şehzadeyi evlendirme kararı aldılar.
Şehzadeye ay parçası kızı
verdiler.
Çavuşa da büyük ihsanlarda
bulunuldu.
Şehzade memleketine gelince
kırk gün, kırk gece düğün yaptı. Şehzade bir müddet gözükmedi.
Çavuş KISKANÇ lığından kanlar
içinde bocalamada, her an başka bir hale girmedeydi.
SEVGİLİYLE YAPAYALNIZ DÜŞÜP
KALKMAYA ALIŞAN KİŞİNİN, BÖYLE BİR HALE DÜŞERSE CANI YANMAZ DA NE OLUR.
Şehzade görevinin başına
dönünce gönlünde olan ve düşündüğü hep çavuşu huzuruna çağırdı.
Çavuş huzura girip selam
verdi.
Fenalaştı yere yıkıldı, aklı
başından gitti, kendinden geçti.
Çavuşun yanına gelen şehzade:
Öyle bir hale gelmişsin ki. Hasta mıydın, yoksa bensiz ciğerlerini mi dağlıyordun?
Çavuş:
Padişahım dedi. O zindanda iken senden haberim bile yoktu benim.
Fakat şimdi tam kırk gündür ayrılığını çekiyorum.
Gördüm ne fayda.
Bir debdebe, bir tantana
içindesin.Doğudan batıya dek hükmün yürümede.
Ayrılığa düşmemiştim,
vuslatına(Beraber olmaya) bir alışmıştım ki, seninleydim hep, hasretine takatim
yok.
Tekrar zindan elbiselerini
giyer, bana görünürsen sana talip olabilirim.
Fakat saltanat elbiseleri
içinde kalır, hükümdarlık edersen…
Bu sözü söyleyip ölüm haline
geldi ve tertemiz ruhunu teslim etti.
Fakat Çavuş gibi eteği yaş
biriysen himmetindeki zaaf yüzünden derhal ayağın taşa çarpar sürçersin.
(Bencillik
ve kıskançlık eden biri düşkünlük, dayanamama ve irade zayıflığı
oluşturduğundan işler ve ilişkiler beklenilen ve istenilen şekilde devam
edemez.)
(Kıskanç
ve bencil biri hatalı isteğinde ve davranışında ısrar eder, yanılgısının
farkında değildir, uyarılsa bile dikkate almaz, kurulu olan tüm dengeleri
bozarlar.)
Ey yolu gören dost!
Yola düşmüşsen her şeyi
padişahın elbisesi (Aldatıcı çekim gücü) gör. (Üzerindeki elbiseye değil, içindeki kişiye önem ver)
Padişah, yüz binlerce elbise
giyse onu tanır, kararsız bir hale gelmezsin.
(Elbise
değişir ama içindeki kişi değişmez)
(Kararsız:
Değişimler olduğunda ne yapacağını, neyin doğru olduğunu seçeme, uyum
sağlayamama durumu)
Yanlış işitme.
Erler gibi sen de şunu bil ki
padişah daima elbise değiştirir durur.
Âlem, akla, karayla dolsa
hepsine de padişahın elbisesi bil.
İki cihan da tek bir elbiseye
benzer.
Bir gör, şaşılık (Biri iki görme) muğların (Ateşe
tapanların ) düştükleri şirktir (Allahtan başka
Tanrı düzeyinde severek bağlandıkları, değer verdikleri).
Padişahın hazinede birçok
elbisesi vardır.
(Değişik
görünür)Elbiseyi görme, tek padişahı gör.
Oradan zahiri bir nişaneye
malik (Dış görünüşün sırrını gören) olan,
ebediyen batına (Esasa, öze, manaya, görünmeyen sırra)
erişemez, iç yüzden mahrum kalır.
Gönülleri Tanrı feyziyle (Çoğalan ve artan aydınlığıyla) dirilmiş olanlar, ahret
gözüyle (Geleceğe yönelik) bakarlar.
Çünkü baş gözün, görünen
suretlere takılır kalır.
Bir kıl ucu kadar olsun
nakıştan kurtulup nakkaşı göremez.(Yapılan görseli görür, onu yapan ustayı göremez)
Fakat işe bak ki nakkaş da
daima nakşı (Perde kor, gizler) örter.
Sanatı, hüneri budur.
Yüzünün sayısız güzellikleri
vardır.
Yüzünün ışığı, yüzüne perde
kesilmiştir.
Güneşin güzelliği apaçıktır
ama yüzünün nuru, kimseyi ona yaklaştırmayan bir
çavuştur, bir yasakçıdır.
Bütün âlem, çekilmiş bir
kılıç olsa yine can gözü açık olanlar, padişaha yol bulurlar.
Önde, arda gördüğün şeylerin
hepsinden, hatta kendisinden geçmek gerek.
Senin kılıçla, ordunun savaşı
ve gürültüsüyle ne işin var?
Hepsinden geç de padişahtan
başka bir şeye bakma.
Gözünden nakış kalktı mı (Görünüşe ilgi ve değer verme), hiçbir şeyle mukayyet
olmayan mutlak nakkaş İşleyen usta, sanatçı), sana yakınlığını ihsan eder.
***
İLAHİNAME FERİDÜDDİN-İ ATTAR M.EB. YAY.392
*
Dış görünüşüyle aldanan,
içine ulaşamaz, iç yüzden mahrum kalır.
Gönülleri Allah aydınlığı ile
aydın olanlar, gönül gözüyle bakarlar. Böyle bir gözün olursa gelecek için
bakarsın.
Baş gözün görünen suretlere
takılır kalırsa bunları yapanı göremezsin. Fakat bunları yapanın huyu yapıp
gizlenmektir.
Yaptığı o kadar çok ve
güzellik vardır ki, bu güzelliklerin ışığı sana perde olur, yüzünü göremezsin.
Gönül gözü açık olanlar padişaha
yol bulurlar.
Yol bulmak için önde, arkada
ne varsa gördüğün şeylerin hepsinden geç. Hatta kendinden geçmek gerek.
Hepsinden geç de padişahtan (Allah’tan) başka bir şeye bakma.
Gözünden dünya işlemeleri
değersizleştiği zaman, hiçbir şeye bağlı olmayan bu işlemeleri yapan sana
yakınlaşman için yol verir.
Baş gözü:
Akıl beş duygu ile çalışır. Ama en çok görme duygusu ile işbirliği yapar, inandırıcı kayıtlar, görmekle tereddütsüz duruma getirilir.
Görme olmadan tam inanç
sağlanmaz.
Ne kadar deneme yanılma
yapsan da gözle görmedikten sonra tam inanmazsın.
Görmek:
Akıl tarafından tüm
boyutlarıyla algılanmak demektir.(Büyüklük-küçüklük, ağır-hafif, uzun-kısa, renk, yarar-zarar, zaman) Yani anlamaktır.
ANLAMADIĞIN BİR ŞEYİ GÖRDÜM
DİYEMEZSİN.
Bakmak:
Detaylara inilmeden hoşlanma
duygusunu veya merakı gidermek için kısa süreli görmektir.Görmek için göz ve ışık gereklidir.
Gördüğümüz zaman akıl işlem yapar.
Benzeri olanlarla ilişkilendirir.
Önemine göre detaya girer ve
lazım olduğunda uyarı sağlasın ve kullanılsın diye hazır bulundurur.
Baş gözüyle kullandığın cüzi
(parça) akıldır.
Genelde nefis dediğimiz
istekleri bildiren ile çalışır.
Külli (bütün) akıl:
Ruh, can, kalp ile gelen
görüntüleri değerlendirir. Bu durumda nur ışığı ile görme sağlanır.
Külli akıl değerlendirerek
cüzi akıla bildirir.
Cüzi akıl pek azını anlar.
Bu durumda kişinin gönlü
katışıksız arı ise net görür, istekler ve kendini meşgul eden dünyaya ait
olayların içinde ise net göremez.
Bir şeyler gördüm ama unuttum
der.
Gönül gözü:
Bütün akıldan görüntüleri nur
aydınlatması ile görür ve değerlendirir. Daha çok detaylı anlatmaya izin yok.
Ancak yarenler şu kadarını
bilmeliler ki ve şu soruyu daima kendilerine sormalılar ki BU SÖZÜMÜN, BU
DAVRANIŞIMIN SONUCUNDA NE OLUR.
Bu soru gönül gözünün
varlığını ispat ettiği gibi, senin içinde hazır olan bu kuvvetle tanışır
beraber çok güzel işler yaparsın.
*
RAVLİ YOL
RAVLİ GÖNÜL GÖZÜRAVLİ OLDUĞU GİBİ GÖRMEK yazıp Googleden okumalısın.
*
RAVLİ