13 Aralık 2012 Perşembe

RUHU NEFİSTEN ÜSTÜN TUTMAK

Hintli Sertapek                                    20   

Hindistan’da adamın birinin bir çocuğu vardı.
Yaşı küçüktü ama aklı pek fazlaydı.

Bilgi tahsil etmiş, bu yüzden herkesten üstündü.
Her bilgide üstündü ama yıldız bilgisini severdi.

O ülkede herkes Çinlilerin padişahından bahsetmede, kızının güzelliğini söylemekteydi.

Çocuk birdenbire o güzelin fitnesine tutuldu (bu anlatımlardan etkilenerek âşık oldu).
Zaten periye pek çabuk âşık olunur.

Uzak bir şehirde hâkim (Bilgiye egemen) vardı.
Bilgi ve tıp ilimlerinde meşhurdu.

Fakat kimseyi yanına almaz, evinde hiç kimseyle düşüp kakmazdı. Bilgisini kimse elde etmesin diye yalnız oturur öylece vakit geçirirdi.

Çocuk bir gün babasına dedi ki:
Bu o gönüller parlata ihtiyarın huzuruna götür.
Onun yanına peri padişahıyla kızı geliyormuş diyorlar.

Gönlüm onu görmek istiyor.
Belki orada sevgilimin yüzünü görürüm de, her bilgiyi elde eder, her ilimden haberdar olurum.

Dünya halkı gibi murdar (Kirli, pis) bir halde ölmem.

Babası dedi ki:
Onun ne karısı var, ne oğlu var.
Bir bölük halk onu görmek istiyor ama o kimseye kapısını açmıyor ki.

Senin gibi birçokları ona arzu çekmede.
Fakat o, birisini yanına alırsa bilgisine, hikmetine sahip olur diye korkuyor.

Çocuk:
Ben oraya bir girip kapılansam bu işin hilesini bulurum ama dedi.

Hâsılı çocuk, babasıyla beraber yola düştü.
Yolda, babasına düşündüğü hileyi açtı.

Sen dedi o Hintli hâkime git.
Huzuruna çık.
Gönlündeki kini bırak, merhametli ol, yumuşak davran.

 Ona:
Bir çocuğum var, hem sağır, hem dilsiz.
Halim, vaktim yerinde değil.

Yok, yoksul bir adamım.
Ahirette sevap kazanırsın.
Benden bu çocuğu al, böyle bir yükten kurtar beni.

Senin tapında zamanlarca hizmet etsin, hizmetinde vakit geçirsin.
Ne emredersen yapar.
Gâh ateşi yakar, gâh su getirir, hürmetle döşeğini serer.

Dışarı çıkarsan kapını kapar, evini korur.
Yüzlerce hizmetine bakar durur.

Pek akıllı, pek fikirlidir.
Yalnız dilsizdir.
Ne olursa olsun, beni ümitsiz bir halde çevirme.

Böyle bir çocuk, bir iş başarmaya kalksa bile başaramaz.
Varlığıyla yokluğu zaten müsavi (Eşit) de.

Babası, hâkimin yanına geldi.
Bir hayli söyledi.
Nihayet hâkim çocuğu kabul etti.

Onun sahiden sağır ve dilsiz olup olmadığını sınadı.
Ona bayıltıcı bir ilaç verdi.

Çocuk ilacı içince kendinden geçti, yerlere serildi.
Üstat, birisini tedavi etmek üzere dışarı çıktı.

Çıkar çıkmaz çocuk hemen yerinden sıçradı.
Bunun sınama olduğunu anlayıp kendisini uyku sarhoşu gösterdi.

Üstat gidince sıçrayıp kalktı.
Evin çevresinde yel gibi dönüp dolaşmaya başladı.

Hâkim işine gitmişti.
Çocuk da ilaç tesir etmesin diye koşmakta, dönüp dolaşmaktaydı.

Üstat gelip kapıyı açınca çocuk, tekrar yattığı yere serilip kendisini uyur gösterdi.

Uyku arasında horlamada, uyuyan adam gibi sesler çıkarmadaydı.
Fakat ne sarhoştu, ne baygın.

Üstat gelip yerine oturunca çocuğun ayağına kuvvetli bir sopa indirdi.
Çocuk yerinden sıçrayıp tekrar yıkıldı.

İnledi, dilsizler gibi feryat etti.
Ağzından bu çeşit sesler çıkarmakla dilsizliğini anlatmış oldu adeta.

 O bağırırken üstat:
Çocuk ne oldu sana, niye söylemiyorsun? Diye sordu.

 Fakat çocuk tınmadı bile.
Hasılı zekâsıyla işini doğrulttu.

Hilebaz üstat, onu sınayıp hem sağır, hem dilsiz olduğuna iyice inandı!

Sözü uzatmayalım, gece gündüz bu hileyle çocuk, tam on yıl üstadın yanında kaldı.

Üstat evden çıkınca onun kitabını alır, baştan sona kadar ezberlerdi. Üstat evdeyken birçok ilimlerden bahsederdi.

O da kulak kesilir, dinler, beller, o sözleri ezber eder, inlediklerini ezberler, bilgin evden gittiği zaman yazardı.

Her bilgide öyle bir üstat oldu ki artık hocasına ihtiyacı kalmadı.

Evdeki bir sandık vardı.
Üstadı, onu perde altında saklardı.
Ne kilidini açardı, ne de sandığı kimseye gösterirdi.

Çocuk, kendi kendisine aradığım şey mutlaka o sandığın içinde derdi.
Fakat onu açmaya kudreti yoktu, hele sabır gerek diyordu.

O sıralarda, Padişahın şehzadesi hastalandı.
Saraydan o meşhur hâkime bir adam geldi.

Şehzadenin başında bir şey var, bu yüzden ayaktan kaldı zavallı.
Canlı bir şeymiş gibi arada bir oynamada, kimse ne olduğunu bilmiyor.

Bilseniz-bilseniz siz yüce üstadımız bilir, anlarsınız.
Siz de derdine derman olamazsanız şehzade inleye-inleye ölüp gidecek, dedi.

Çocuk bu illet nedir bilmiyordu.
Üstadı yola düşünce o da bir çarşafa bürünüp ardına düştü.
Bu suretle saraya girmeyi başardı.

Üstat, padişahın huzuruna varınca çocuk da yüksekcik bir yerde durup dikkat kesildi.

Şehzadenin başında bir ur, urun içinde de canlı bir hayvan vardı.
Üstat urun üstündeki tüyleri yoldu.

Orada yengece benzer bir hayvan hareket edip durmaktaydı.
Deriyi de yardı.

Hayvan, ayağını iç deriye daldırdı.
Hâkim hemen bir alet getirdi, o hayvanı derinin içinden bu demir aletle çıkarmaya uğraşıyordu.

Fakat demiri içeriye soktukça hayvan da pençesini daha içeriye sokuyordu.
Şehzade, onun pençesinin acısıyla feryat edip duruyordu.

Çocuk, bütün bunları o yüksekçik yerden görmekteydi.
Nihayet sabredemedi:

Ey âlemin üstadı diye bağırdı, o demirle hayvanı büsbütün oraya yapıştırıyorsun.
Orayı dağlarsan hayvan pençelerini başından çekiverir.

Üstat işi anlar anlamaz derdinden can verdi.
Öbür âleme gitti.

Adam ölünce çocuğu çağırdılar, onun yerine geçirdiler, hürmette bulundular.

Çocuk dağlama suretiyle o canavarı oradan çıkardı, yaraya da mehlem koydu.

Şehzadeyi iyileştirdi, adını Hintçe “Sertapek” adını verdiler.
Birçok altınlar, elbiseler ihsan ettiler, onu üstadın makamına geçirdiler.

Çocuk eve gelip sandığı açtı.
Orada sevgilisinin resmini buldu.

Yıldız ilmine ait olan kitabı tamamıyla okudu, o ülkenin üstadı kesildi.
 Sonunda o gönüller aydınlatan sevgilinin arzusu ile gece gündüz, bir an bile sabrı, kararı kalmadı.

Yere bir daire çizip ortasına oturdu.
Okumaya koyuldu.

Tam kırk gün azimet (İrade gücünün dışına çıkaran dualar) okudu.
Kırk gün sonra gönüller parlatan peri kızı göründü.

Öyle bir güzeldi ki övmeye imkân yok.
Övmeye koyulan dilsiz kalır.

Ne söyleyeyim ben?
Tavsifi (Vasıflarını söylemek, bir şeyin iç yüzünü, ne ve nasıl bir şey olduğunu anlatmak, vasıflandırmak) mümkün değil.

Sertapek, onu baştan aşağıya kadar süzünce güzelliği, gönlüne nakşoldu.
Can ve gönülden aşkına tutuldu.

Bu hale şaşırıp kaldı:
Ey ay yüzlü, dedi, nasıl oldu da gönlüme girdin sen.

Gönülleri aydınlatan ay cevap verdi:
Ben daha ilk günden beri seninleyim.”

Ben senin nefsinim, sen kendini arıyorsun.
Neden aklın bu görüşe sahip değil, neden kör bıraktın onu?

Nefsini bir görürsen bütün âlem sen kesilirsin.
Dışarıda da hem dem (sıkı fıkı arkadaş) olursun içeride de.”

Sertapek dedi ki:
Biliriz, nefis, yılandır, köpektir,
O şom (uğursuzdur)  nesne hınzırdır (Yaramaz, haylaz), dediler.

Hâlbuki sen, yeryüzünün de güzelisin, gökyüzünün de.
Bu güzellikle nefse (Nefsin güzel yüzüne) benzemiyorsun sen.

Peri dedi ki:
Emmare (Emreden nefis) olursam hınzırdan (Yaramaz, haylaz), köpekten yüz kere beterim.

Fakat gönlü mutmaine (Kanmış nefis) oldum mu artık kimse bana bir naz gülmesin.
(doymazlık yapmayan, verilene sevinçle razı olan, başına gelenleri kolayca kabul edip sıkıntı oluşturmayan)

Nefsi mutmainne olunca (kanmış nefis) Allah’tan ‘Geri dön, gel bana“ sesi gelir.

Ey tek er!
Şimdi ben senin nefsinim.

Fakat şeytanın izine düştün mü, iman ehli, bana emmare (Kanmış) derler.
Meğerki şeytanın Müslüman ola.

Bu âlemde birinin şeytanı Müslüman oldu mu işleri, burada düzene girer.  

O İSTEKLİ ER DE BUNCA ZAHMET ÇEKTİKTEN SONRA, RUHU, NEFSİNE ÜSTÜN OLDU.

Sevgiliden can sırrını dileyen, bu yolda çok zahmet çeker.

OĞUL! ŞİMDİ BİRŞEYLER ARIYORSUN YA, ARADIKLARININ HEPSİ SENDE. HÂLBUKİ SEN TEMBELLİK EDİP DURMADASIN.

Allah işlerinde erce davranırsan her şey sen olursun, onunla aynı eve girer, aynı yerde oturursun.

Sen kendinde değilsin, ansızın kendini kaybetmişsin, bu yolda kendini arıyorsun.

Sevgili, pak (Temiz, arık, hilesiz, kutsal, muhabbet) gönüldedir de onun için vatan sevgisi, pak imandır.

                                        ***
İLAHİNAME FERİDÜDDİN-İ ATTAR M.EB. YAY. 392

                                          *
Nefs-i mütefekkir: Ego, ruh ve bedenden oluşan benlik.

Nefs-i ammare:
 (çok zorlayan nefis): İnsanı kötülüğe sürükleyen nefis,(öfke, hırs, şehvet ve benzeri haller).
Dünyaya ve ahrete insanı isteklerle bağlayan hoşlanma duygusunu veren, ihtiyaç bildirendir.

 

Nefs-i levvamme (azap verici, kınayıcı nefis):
Kötülükten sonra içe huzursuzluk, rahatsızlık veren nefistir.(lekeleyici nefistir,
Birinin aleyhinde bulunmak, aşağı görmek, öfke, hırs, şehvet ve benzerlerini yapmamak, fakat yapanları ayıplamak, onlardan nefret etmek)

Nefs-i marziye:
Başkaları tarafından beğenilme hali.
(kendinden razı olandan herkes de razı olur.
Kimseyi incitmez, herkes ondan razı olur)

Nefs-i mutmaine:
İyilikle kötülüğü ayırt eden, temizlenerek kişiyi Allah’a yaklaştıran kuvvet.

Nefs-i mülhime:
 İlham verici nefis.( fakir, masum, perişan birine yardımda bulunmak)

Nefs-i natıka:
İnsan ruhu, insanın canlılar arasındaki yerini belli eden cevher. İnsanın maneviyatıdır. İnsan ( maneviyat+  idrak + marifetle) Allah’ı bulur.

                                           *
RAVLİ NEFS yaz diğer bu konudaki yazılanları okumalısın.
  RAVLİ
 

Popüler Yayınlar