28 Kasım 2012 Çarşamba

YOKLUK

Yücelerden ünlü bir şeyh vardı…
O ulu şeyh bir gece rüyasında

Aydın ay gibi yola giderken yolda önüne bir meleğin çıktığını gördü.
Melek ona dedi ki:
Niyetin nereye kadar gitmek?

Şeyh cevap verdi:
Tanrı tapısına kadar!

Melek dedi ki:
Utan yahu!
Bunca işle güçle meşgulsün…

Bu kadar malın mülkün var…
Sonra da Tanrı tapısına ulaşmak havasındasın ha!

İşini gücünü, malını mülkünü aziz tutuyorsun ama Tanrı yakınlığın da sence pek aziz olması lazım!

Bu kadar adamların sana asılmışken sen, nasıl olur da Tanrı nuruna karışabilirsin?

Adam, ertesi günü bu dertten adeta helak oldu…
Nesi var, nesi yoksa hepsini elden çıkardı.

Yalnız bir yün hırkası vardı, onu alıkoydu;
Başka nesi varsa hepsini verdi.

O temiz adam, ertesi gece uyuyunca o melek, yine yoluna çıkageldi.
Dedi ki:
Hey, böyle nereye gidiyorsun?

Adam, Âlemlerin Rabbi Tanrı’nın yakınlık makamına dedi.

Melek dedi ki:
Oraya akılsızca böyle bir yün hırkayla gidiyorsun ha?

Ey Tanrı’yı tanıyan, oraya bu yün hırkayla gitme…
Âlemin Tanrı’sına pılı pırtının lüzumu mu var?

İsa’nın yoluna bir iğne hicap (Utanmasına sebep) oldu.
Sense kendine yün hırkayı zırh ediniyorsun?

Adam, ertesi günü bir ateş yakıp o yün hırkayı ateşe atarak yaktı.

Hülasa ertesi gece rüyada yine o meleği gördü;

Melek yine dedi ki:
Ey tertemiz er, nereye gidiyorsun?
Adam, işleri düzene koyan Tanrı’ya diye cevap verdi.

Melek dedi ki:
Ey ünlü er, mademki neyin varsa ona feda ettin…
Artık gitmene lüzum yok; otur burada.

Sen oturdun mu padişah sana gelir.
Her şeyi Hak yoluna verdin ya…

Şüphe yok artık Hak, senin yanına gelecektir.

Neyin varsa hepsinden arın, hepsini oyna, elden çıkarda bu temizliğe erişince Tanrı gelsin, seni karşılasın!

Yoksulluk noktasını bulmadıkça Tanrı yakınlığınla bir ilişkin olamaz.
Herkesin devleti, yoksulluk noktasıdır…

Herkesin derdine derman, canlar yakan yokluktur.
Peygamber gibi yoklukta, yoksullukla övünmüyorsan dinin ikiliktir,

Faziletin (İnsanda iyilik etmeye ve fenalıktan çekinmeye olan devamlı ve değişmez alışkanlık, güzel özellik, yaradılışındaki iyilik yapma huyu, erdem) saçma ve uydurmadır.

Yokluk, yoksulluk, insana Kâbe gibi dört direktir gösterir…
Beşinci direği Tanrı’dan başka kimse gösteremez.

Mustafa’nın zamanında bu dördü, sahabede (Peygambere sahip çıkanlar) ap aşikâr (Açıkça) görünürdü:

Açlık, canla başla oynamak (Ölümüne bağlılık), alçak gönüllülük ve gurbet.
Bu dördünden sonra beşincisi fırsattır.

Sahabenin hepsi de aç kalmadıkça rahatlaşmaz, esenleşmezdi…
Kimsede ne ekmek kavgası vardı, ne ad san (şöhret) kaygısı!

Hepsi gurbette vatan tutmuştu…
Gönüllerinden azık, tarla kaygısını çıkarıp atmışlardı.

Sahabenin hepsi canlarıyla oynadılar, cennete âşık oldular…
Hepsinin yüceliği alçalmadaydı.

Hülasa onların bütün cüzleri (bütünün parçaları) kül (yanarak kimyası değişmesi) olmuştu.

Hâsılı onlar yoklukta padişah kesilmişlerdi…
Halkın en iyileri onlardı!

Adamın, ne başı olmalı, ne ayağı…
Her şeyini Tanrı’da mahvetmeli, kendisi de Tanrı’da yok olmalı!

Yokluğun tamamlanması da bir zerrecik benliğin kalsa ebediyen emniyet ve huzur yüzü göremezsin!
                                   ***
MANTIK AL- TAYR 1 Feridüddin-i ATTAR İslam klasikleri. M. E. B. 2172 Çeviren Abdulbaki GÖLPINARLI ( Bu kitabı temin edip evinde bulundurmanı önemle öneririm)
                                    ***
Yaren,
Gece gündüz kör gibi kalakalmış..
Karınca gibi hırsa düşmüş, surete dalmışsın!
Dört gözle üzerine titrediğin şeyi yoksullara ver…

Tanrı:
Sevdiğiniz şeylerden yoksullara vermedikçe, onları doyurmadıkça Tanrı lütfüne nail olamazsınız” buyurmuştur.
(Lütuf: Hoşluk, güzellik, iyi muamele, iyilik)

Tanrıyı kandırmaya çalışarak, malını mülkünü korumaya mı çalışıyorsun?
Ancak sen kendini kandırırsın.
Tanrı’yı istiyorsan Tanrı’dan başka hiçbir şeye sevgiyle bağlanma!
Bağların ne denli çok olursa, Tanrı’ya yakın olamazsın.

Kendi kafana göre yorum yapmayı, kıvırmaları bırak.
Yol kuralları apaçık bellidir.

Kendince ne yeter diyebilirsin nede tamım.
Tanrı tapısına kavuşmayı kolay, ucuz bir davranışla elde edemezsin.
                                         ***
YOKLUKTA KAYBOLMAK
Pek yüce, kudretli bir padişah vardı.
Padişahın da bir oğlu vardı, Yusuf gibi pek güzel bir delikanlıydı.


Hiç kimsede o çocuktaki güzellik yoktu.
Hiç kimse o ululuğa, o yüceliğe sahip değildi.

Bütün güzeller, onun yoluna toprak kesilmişlerdi.
Bütün ulular, ona kul köle olmuşlardı.

Geceleyin halvetten çıkıp görünse sanki ovaya vurmuş bir güneşti!
Yüzünü övmeye imkân yoktu;
Ne kadar övünse saçının bir teli bile övünmemiş gibiydi.

Zülfünü örse de bir ip haline gelirse yüz binlerce gönlü, baş aşağı kuyuya sallandırırdı.

O Tıraz mumunun (Yanınca güzel koku veren mum) âlemi yakan saçı, bütün âlemi uzun bir işe düşürmüştü.

O Yusuf’a benzeyen güzeli, biri çıksa da elli yıl övse yine anlatamazdı.

Nergis gözlerini bir kırptı mı bütün âlemi ateşe yakardı.
Dudaklarını açtı da şeker gibi bir güldü mü bahar gelmeden yüz binlerce gül açardı.

Ağzı var mı, yok mu?
Hiç bilinmedi ki.
Yok, olan şeyden zaten bahsedilemez ki!

Dişlerinden dem vurmak, hiçbir incelikten haberdar olmamaktır.
Çünkü inciler bile o dişleri kıskanmış, erimişti!

Perde ardından çıktı mı saçının her teli, yüzlerce kan dökerdi!
Canın da fitnesiydi, cihanın da.
Ne söylersem, ne kadar översem hepsinden ileriydi o!

Ata binip meydana girdi mi önünde, ardında ellerinde kınsız kılıçlar bulunan adamları da beraber yürürler;
Kim o çocuğa kem ( Fena, kötü, bozuk) gözle bakarsa derhal yolunu keserler, yakalarlardı.


Hiçbir şeyden haberi olmayan yoksul bir derviş vardı.
Çocuğu görüp âşık oldu, canından da vazgeçti, başından da!

Aciz, perişan bir hale gelmişti.
Elinden bir şeycikler gelmiyordu..

Adeta canından olmuştu, bir şey söylemeye de kudreti yoktu.
Derdine hemdert (Dert arkadaşı) olmadığından aşkla, dertle canından, gönlünden olmaktaydı.

Gece gündüz, o çocuğun yolunu beklerdi.
Bütün halktan göz yummuştu.

Ağlayıp duruyor, fakat onu bulamıyor, derdini kimseciklere söyleyemiyordu.

Yanıp yakılmaktaydı;
Ne bir şey yiyordu, ne bir şey içiyordu.

Âlemde bir tek mahremi (dostu) yoktu.
Dertle adeta can vermekteydi.

Gece gündüz altın gibi sarı bir çehreyle yüreği yarılmış bir halde oturur;
Gümüş gibi gözyaşları dökerek onu bekler dururdu.

O kararsız âşık, sevgilisi bazen uzaktan geçer giderdi de onun için yaşardı.

Şehzade uzaktan göründü mü halk birbirine girer, bir gürültüdür kopardı.

Âlemde yüzlerce kıyamet kopar, halk birbirine girip kaçışmaya başlardı.

Çavuşlar, önünden ardından giderler;
Her an, yüzlerce kişinin kanına girerlerdi.

Tutun, kaçın sesleri ta göğe kadar çıkar, asker bir fersaha yakın bir sahayı doldururdu.

Yoksul, çavuşların sesini duyunca elden ayaktan düşer;
Öyle kala kalırdı.

Aşk, onu çeker çevirirdi.
Kanlar içine düşer varlığını terk ederdi.

Öyle bir hale gelirdi ki o anda onu görüp zarı-zarı kan ağlamak için
yüz binlerce göz gerekti!

O güçsüz kuvvetsiz âşık gâh morarırdı, gâh gözlerinden kanlı gözyaşları dökerdi.

Gâh gözyaşları, çektiği AH’ ın tesiriyle donar, gâh gayretinden gözyaşları, onu yakıp yandırırdı.

Yarı kesilmiş, yarı ölmüş, yarı canlı bir hale gelirdi.
Hatta o kadar eli boş olurdu ki yarı cana bile malik (sahip) olmazdı.

Böyle bir yoksul, öyle bir derde düşmüştü.
Hiç öyle bir şehzade elde edilebilir miydi ki?

O bihaber (Habersiz), yarım zerrecik bir gölgeden ibaretti.
Güneşe kavuşmak istiyordu!

Şehzade, bir gün askerle beraber yola çıktı.
Yoksul, bunu görünce candan bir nara çekti.

Bir nara atıp kendisinden geçti.
Dedi ki:
Canım gitti, aklımsa daha önce savuştu (Kaçtı).

Niceye bir canımı yakacağım?
Artık sabrım takatim kalmadı.

O çaresiz âşık, hem bu sözleri söylemekte, hem de başını taşlara vurmaktaydı.

Bu sözü söyleyince aklı başından gitti, gözlerinden kanlı gözyaşları akmaya başladı.

Şehzadenin çavuşu, bundan haberdar olunca dervişin canına kasketti, padişahın tapısına varıp,

Padişahım dedi;
Kararsız bir rint, şehzadeye âşık olmuş!
Padişah, bu sözü duyunca kendinden geçti.
Öyle bir kızdı ki adeta hiddetinden kafasından beyni fırladı.

Tez dedi, yürüyün, yakalayıp asın.
Ayaklarını bağlayın, başını uçurun!

Padişahın adamları, derhal harekete geçtiler, o yoksulun çevresini kuşattılar.

Onu yakalayıp çeke-çeke darağacının dibine götürdüler.
Bütün halk, onun başına üşmüştü ama

Ne kimse derdini biliyordu, ne de birisi çıkıp şefaat (Aracılık) ediyordu!

Vezir, yoksulu darağacının dibine getirince o zavallı, ayrılık ateşiyle bir ah etti.

Dedi ki:
Allah için olsun, biraz mühlet ver de bari darağacının dibinde bir secde edeyim.

Kızgın vezir, mühlet verdi.
Derviş yüzünü toprağa koydu.

Ağlamaya ve Tanrı’ya münacata (İsteklerini söylemek) koyuldu.
Secdede, Tanrı’ya hacetlerini (İhtiyacını) söylemeye başladı.

Dedi ki:
Yarabbi, padişah beni suçsuz öldürmek istiyor.
Lütfet de can vermeden evvel bir kere daha bana o çocuğun yüzünü göster!

Bir kere daha onun yüzünü doya-doya göreyim de yüzüne baka-baka canımı feda edeyim.

O şehzadenin yüzünü görürsem yüz binlerce canım olsa seve-seve veririm.

Padişahım, kul senden hacet istemekte.
(Tanrım, senden ihtiyacımın karşılanmasını istiyorum)
Âşıktır o kul ve senin yolunda öldürülüyor.

*Hala, bu kapının kuluyum ben.
*Âşık oldum ama kâfir olmadım henüz!

Sen, yüz binlerce haceti reva edersin.
(İhtiyaçları yerine getirirsin)

Benim muradımı da ver, beni maksadıma eriştir!


O yol mazlumu (Haksızlığa uğramış), hacetini (İhtiyacını) isteyince oku, hedefe vardı.

Vezir gizlice bu sözleri duydu.
O yoksulun derdiyle dertlendi.

Padişahın tapısına varıp ağlamaya başladı, o biçare (Çaresiz) aşığın halini anlattı.

Padişah da dertlendi, acıdı, kızgınlığı gitti;
Onu affetmeyi kurdu.

Şehzadeye dedi ki:
O elden ayaktan düşmüş biçareden (Çaresizden) baş çevirme!

Hemen kalk, darağacının dibine var.
O dertlinin yanına git!

Aşığına seslen.
O, senin aşığındır, gönlünü al biçarenin.
Senin bir hayli kahrını çekti;

Ona lütfet.
Senin zehrini tattı;
Ona şerbet sun!

Onu yerden kaldır, gül bahçesine götür.
Sonra da al, bana getir.

O Yusuf’a benzer şehzade, yoksulu vuslatına erdirmek (Sevgili ile buluşturmak) üzere yola düştü.

O ateş yüzlü güneş, zerresine kavuşmak için yola çıktı.
O incilerle dolu deniz, katresini (Damlasını) kendisine ulaştırmaya niyetlendi.

Nihayet o şehzade darağacının dibine vardı.
Kıyamet gibi bir fitnedir uyandı (Karışıklık-kargaşa başladı).

O yoksulu, ölüm toprağına düşmüş, yüzükoyun topraklara döşenmiş buldu.

Toprak, gözlerinden akan kanlı gözyaşlarıyla ıslanmış, balçık haline gelmişti.

Bütün âlem de, adeta onun hasretine düşmüştü.
Yoksul mahvolmuştu, yok olmuştu.

Bundan daha beter ne olur?
İşte o beter hale de gelmişti o?

Şehzade, o kanlara düşmüş zavallıyı görünce gözleri yaşardı.

Gözyaşlarını askere göstermemek, ağladığını onlardan gizlemek istedi ama mümkün olmadı.

O anda göz yaşları yağmur gibi akmaya başladı.,
Gönlünde yüzlerce cihanı dolduran dertler meydana geldi.

*Aşkta doğru olan aşığın sevgilisi, kalkar, ayağıyla aşığının başucuna gelir.

*Âşık oldun da aşkın da doğru mu?
Maşukun (Sevilen) sana âşık olur.

Nihayet o güneşe benzeyen şehzade lütfedip yoksula seslendi, onu çağırdı.

Yoksul şehzadenin sesini duymuştu, fakat yüzünü pek uzaktan görmüştü.

Topraktan yüzünü kaldırır kaldırmaz karşısında padişahının yüzünü gördü.

Tutuşup yanan ateş, deniz suyuna bile kavuşsa yine sönmez, yanar.
Yanar ama yalımı (Alevi) görünmez!

O âşık derviş de bir ateşti.
Adeta denize kavuştu, hoş bir hale geldi.

Canı dudağına geldi de dedi ki:
Padişahım, mademki beni böyle öldürmek elinde;
Bu güçlü kuvvetli askerlere ne hacet (ihtiyaç) var?

Bu sözü söyler söylemez yoklara karıştı, sanki hiç dünyaya gelmemişti!

Bir nara attı, can verip öldü.
Bir mum gibi gülümsedi geçti gitti!

Sevgilisine kavuştuğunu anlar anlamaz hiçbir ilişiği kalmadı, yok oluverdi!

Yolcular bilirler, dert meydanında aşkın meydana getirdiği yokluk, erlere neler etmiştir.

Bütün erler bu yolda yok oldular da Hak eşiğinde Hakk’ı anladılar, bildiler.

Ey varlığı, yoklukla karışmış olan, senin lezzetini de elemle karıştırmışlar.

Bir zaman altüst olmadıkça huzur ve istirahattan nasıl haber alabilirsin ki?

Böyle bir kimyayı elde etmek, bu hale bürünmek istemezsen bile hiç olmazsa bir an olsun, seyretmeye gel!

Telaş içinde ellerini açmış, bir şimşek gibi sırçamızsın ama asıl şimşeğin karşısına gelince elini, kolunu bağlamış, kalakalmışsın!

Bu senin işin değil ama yine de ercesine gel.
Aklını yak, yiğitçe gir içeri!

Nice bir düşüneceksin?
Benim gibi kendinden geç.
Bir an olsun kendini bir iyice düşün.

Son nefese kadar bir an olur da yokluğa kavuşursan en yüce zevki bulur, varlığı terk eder, yokluk makamına erersin.

Yokluk güneşi doğup vuralı onun ziyasına nikbetle (Aydınlığı) iki cihanda gözüme bir pencerenin pırıltısından daha az görünmekte!

O güneşin ziyasını (Aydınlığını) göreli ben kalakaldım.
Su, yine suya kavuştu gitti!

Benden başka her şey yok oldu.
Benim de varlığım kalmadı.

Artık benim hayrım da akıldan üstündür, şerrim de;
Akıl, ne hayrımdan haberdardır, ne şerrimden!

Neyim varsa hepsini aldım, getirdim, oynadım, yutuldum.
Hepsini bir kara suyun içine attım, hepsinden de kurtuldum.

Mahvoldum, kendimi kaybettim, hiçbir şey kalmadı.
Gönlümde zerre kadar gam gussa (keder kaygı, tasa) yok!

YOKOLMAK HERKESİN İŞİ DEĞİL…
Değil ama ben yoklukta kayboldum, yokluğa erdim (Ulaştım);
Benim gibi bu makama eren çok kişi var!

Balıktan aya kadar şu âlemde bu makama varıp yok olmayı istemeyen kimdir?
                        ***
MANTIK AL- TAYR 2 Feridüddin-i ATTAR
İslam klasikleri. M. E. B. 2172
Çeviren Abdulbaki GÖLPINARLI
                           ***

RAVLİ

Popüler Yayınlar