11 Kasım 2012 Pazar

HAKÎM SENÂÎ

Meşhur velilerdendir.
İsmi Mecdûd bin Âdem, künyesi Ebü'l-Mecd Hakîm Senâî'dir.

 1071 (H.464) senesi Gazne'de doğdu.
Başka tarihlerde doğduğunu söyleyenler de vardır. 1140 (H.535) senesi Gazne'de vefat etti.

Kabri ziyaret mahallidir.
Hakîm Senâî, memleketi olan Gazne'de, iyi bir tahsil gördü.

Zamanının âlimlerinden okuyup üstün bir dereceye yükseldi.
Şairlik kabiliyeti sebebiyle çeşitli dillerde şiirler söyledi.

Bir ara sultanın hizmetinde bulundu.
Şöhreti kısa zamanda her yere yayıldı.

Birçok yerler dolaştı.

Neticede Gazne'den Horasan'a geldiğinde evliyanın büyüklerinden Yûsuf-ı Hemedani hazretlerinin sohbetlerine katılıp talebesi olmakla şereflendi.

Manevi olgunluklara ve velilik makamlarına kavuştu.

Hakîm Senâî'nin sultanları methetmeye ve onların yanına gidip gelmemeye yemin etmesinin sebebi şu hâdise oldu:

Sultan Mahmûd Sebüktekin (Gazneli Mahmûd), Hindistan taraflarını fethetmek için sefere hazırlanıyor ve asker topluyordu.

Hakîm Senâî de Sultan Mahmûd'a yazdığı bir kasideyi götürüyordu.

Yolda bir meyhanenin kapısı önünden geçerken içerden bir takım konuşmalar işitti.

Lay-Har adlı bir divane kendisine şarap dolduran birine;
"Bir kadeh daha doldur.

Sultan Mahmûd'un körlüğü için içeyim!" dedi.
Saki; "Bu sözü doğru söylemedin.

Yiğit ve büyük padişah için neden böyle söylüyorsun?" diye cevap verdi.
O zaman divane adam;
"Çünkü o, Allah'ın verdiklerine şükretmiyor.

Bunca devlete sahipken, bir memleket daha istiyor!" dedi.

Dîvâne tekrar bir kadeh daha istedi ve
"Bir kadeh de Hakîm Senâî'nin körlüğü için doldur!" dedi.

Saki müdahale etti ve
"Hakîm Senâî iyi huylu, bilgili, faziletli tanınmış bir şairdir.

Neden böyle dersin?" diye karşılık verdi.

O zaman divane adam;
"Eğer o, bilgili, yiğit bir kişi olsaydı, dünyada ve ahirette faydası olan bir işle uğraşırdı.

O her gün bir şeyler alırım ümidiyle Sultanın yanına gidiyor.
Saçma sapan sözler toplamış, ona şiir adını vermiş.

Bir aptalın yanına gidip yaltaklık ediyor.
O, işe yaramaz bir takım kâğıtlar doldurup ömrünü ziyan ediyor.

Akıllı ve bilgili olan ömrünü ziyan eder mi?
Belki neden yaratıldığını düşünürdü.

Eğer kıyamet gününde ondan;
"Ey Senâî! Bizim huzurumuza ne getirdin?" diye sorsalar acaba ne mazeret beyan edecek." dedi.

Hakîm Senâî bu sözleri işittiğinde kendinden geçti ve gönlü dünyadan soğudu.

Sultanların methi için yazdığı kasideleri toplayan Divan’ı suya attı.
Hak yoluna girip, ibadetle meşgul oldu.

Dünya ve dünyalıkla ilgili şeylerden uzak durdu.
Mubahları da zaruret miktarı kullandı ve böyle bir hayat sürdü.

Bu husustaki duygu ve düşüncelerini şiirlerle ifade etti.
Öyle bir hâle ulaştı ki, Gazne'de yalınayak dolaşırdı.

Dostları akrabaları onun bu hâlini görünce üzülür ve kendisi için ağlarlardı.
Senâî akrabasına;

"Benim bu hâlime üzülmeyin.
Bilâkis sevinin. "derdi. 

Bir gün sevdikleri ona bir çift ayakkabı getirdiler ve giymesini rica ettiler.

O, bunu kabul etti.

Fakat ertesi gün ayakkabıyı dostlarının yanına götürdü ve "Ey dostlarım! Ben bugün sizin dünkü gördüğünüz Senâî değilim.

Bu ayakkabı benim gittiğim yolu kapatıyor." dedi ve şu beyti okudu:

"Her şeyi terk edenlerin, eğer ayakkabıları yoksa onlar yollarından geri kalmış olmazlar.
Topuklarının her çatlağında saadet kapıları vardır."

Senâî hazretleri ömrünün sonuna kadar riyazetle (oruçla) uğraştı.
Nefsinin isteklerini yapmadı.

 Dünya ve içindekilere gönül bağlamadı.
Sultan Behrâm Şâh-ı Gaznevî kendi kız kardeşini ona nikâhlamak istemişti.

Senâî buna razı olmadı.
Hacca gitti.

Sonra Horasan'a döndüğünde Sultan Behram Şaha;
"Ben altın, kadın ve mevki isteyen bir kişi değilim.

Yemin ederim ki bunları ne isterim, ne de ele geçirmeye gayret ederim.
Bana ihsan olarak bir taç veriyorsun.

Lâkin ben istemiyorum." diye şiirle cevap verdi.

Senâî bu olgunluk ve fazilete ulaştığında, gayet nefis şiirlerine yer verdiği pek çok tasavvuf ehlinin istifade ve iktibas ettiği Hadîkat-ül-Hakîka kitabını yazdı.

Bunun üzerine bir takım kimseler itirazda ve aleyhinde bulundular.
Senâî eserini Bağdat âlimlerine gönderip incelemelerini istedi.

Bağdat’taki âlimler ve evliya eseri inceledikten sonra, içinde bildirilenlerin Ehl-i sünnet itikadına, İslâmiyet’e uygun olduğunu söylediler.

Senâî Merv'de Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin sohbetlerinde olgunlaştıktan sonra, Gazne'ye döndü. Bundan sonra tevhid, ilâhî bilgiler ve hakikatlerle ilgili şiirler söyledi.

Ferîdüddîn-i Attâr, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sa'dî Şîrâzî ve Hâfız gibi kendisinden sonra gelenler şiirlerinden istifade edip nazireler yazdılar.

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri kendini Senâî'nin tâbilerinden saydı ve "Attâr ruh, Senâî de onun iki gözü idi.

Biz Attâr'ın ve Senâî'nin izinde yürüdük." demiştir.
Daha başka şairler de Senâî'nin tesirinde kalmışlardır.

Hakani, Nizâmî, Emir Hüsrev Dehlevî ve Mevlânâ Câmî hazretleri onun Hadîka ismindeki mesnevîsini okuyup şiirlerine nazireler yazdılar.

Hikmet dolu şiirlerinin birinde;
"Ey tavır ve hareketleri güzel olan âşıklar.
Durmadan ilâhî hakikatleri arayın.

Kalk! Zulüm ve haksızlıkla yoğrulmuş olan dünyanın toprak yığınından kalkan tozları gözyaşlarımızla bastıralım.

Bu dönen künbedin insanların gözlerini aldatan yıldızların (Lâ) süpürgesiyle silip süpürelim.

Mülk kimindir?

Bir ve Kahhâr olan Allahü teâlânındır sözü kendiliğinden duyulsun." buyurdu.

Senâî'nin eserlerinden bazıları şunlardır:
1) Dîvân,

2) Kârnâm-i Belh,

3) Seyr-ül İbâd, 4)

Hadîkat-ül-Hakîka ve Tarîkat-üş-Şerîa,

5) Tahrîmât,

6- Işknâme,

7- Aklnâme,

8- Senâî Âbâd,

9) Mekâtîb.

BENCE FİL BUDUR

Senâî, nasihat olarak; körlerin hakikatleri göremeyeceklerine dair şöyle bir misal anlatmıştır:

Vaktiyle küçük bir şehrin sakinlerinin ekserisi âmâ olup görmezdi.
O belde sultanı büyüklüğünü göstermek için büyük bir fil beslemişti.

Günün birinde şehir sakinlerinin içinde herkesin dillerinde dolaşan bu fili görmek arzusu uyandı. Bu sebeple tanımadıkları bu yaratığı görmek ve kendilerine haber getirmek için bir heyet seçtiler.

 Her biri âmâ olan heyet, incelemelerini yapmak için filin bulunduğu yere gitti ve filin bir tarafına dokunarak tanımaya çalıştı.

Neticede fili tanımış olmanın sevinciyle şehirlerine döndüler.

Herkes büyük bir merakla etrafını sarıp onları soru yağmuruna tuttular ve kalbinin nasıl olduğunu sordular.

Bunun üzerine üyelerden sadece filin kulağına dokunmuş olan; "Korkunç, halı gibi sert yassı ve geniştir." dedi.

Ancak filin hortumunu ellemiş olan ise buna itiraz etti ve "Hayır! Hayır! Hiç de değil.

Bir su hortumu gibidir.
Ben doğruyu söylüyorum.

İçi boş, öldürücü ve tahrif edici." dedi.
Bir başka üye ise sadece filin ayaklarını yoklamıştı.

O da buna itiraz etti ve "Hayır! Ey insanlar! Biliniz ki o öyle değildir.
O yukarı doğru genişleyen bir kolon, bir sütun gibidir." dedi.

Her birisi filin bir parçasını tanımıştı.
Lâkin tamamen tanımamışlardı.

Bu sebepten büyük hatâlara düştüler.

1) Kâmûs-ül-A'lâm; c.4, s.2637
2) Nefehât-ül-Üns; s.666
3) Devletşah Tezkiresi; s.96
4) Rehnümâ-i Edebiyât-ı Fârisî; s.211
5) Ahvâl-i Âsâr-ı Hakîm Senâî (Halîlullah Halîlî, Kâbil-1315)
6) Hayr-ül-Mecâlis (Hamid Kalender, Aligarh-1959); s.72
7) Mecâlis-ül-Uşşak; s.92
8) İslâm Târihi Ansiklopedisi; c.9, s.113

                                       *

RAVLİ

 

 

Popüler Yayınlar