30 Haziran 2012 Cumartesi

ŞEMS-İ TEBRİZİ VE AŞKIN YORUMU SEVGİNİN BASAMAKLARI

Şems Hazretlerinin bir sohbette söyledikleri:

Şimdi sen diyorsun ki:
Bu karanlık sözlerden benim sorduğum şeylere bir karşılık gelmedi.
O’nun kapısında karanlık bir yerdir.

Nasıl ki Attar buyurdu:
“ Yüz yıl gece gündüz çile doldursan, perhizler yapsan bile, senden, o günde, ne bu çileyi, ne de halveti sorarlar.
Sen ilerisini düşün, oraya bak!

Bu istiyor ki düğümleri kendine engel saymayasın.
Mademki o engel oluyor, o halde bu ayrılığın sebebi nedir?”

Bir gün gelecek ki:
Haber, gözle görmek gibi değildir” nüktesi (Herkesin anlayamayacağı incelikte) açıklanacak.
O gözle görmek, sana göredir.

Onlara dedi ki:
Bir işin seninle ilgisi yoksa bırak onu.
Yolculukta sana yük olur, ölüm korkusu vardır onda.
Çünkü bu yolculukta birçok perdeler kapanır.

Sana deseler ki:
Elinde bulunan yüz altını ya bana ver yahut da birlikte kadıya gidelim.
Sana, o yüz altını bana vermek mi daha hoş gelir, yoksa
“ Hayır, (İyilik) bu bana lazımdır” mı dersin?
İşte asıl maksat budur.

Eğer hayır (İyilik) bana gerekmez diyorsan o da derki:
“ Sen, bizim aradığımız, bizim matlubumuzsun (İstenilen, aranan).

Sizin gelmenizden başlıca umudumuz bize yardım etmeniz, şu veya bu dileğimizin yerine getirilmesinde bize yararlı olmanızdır”
İşte bu söz hiç yorum götürmez.

Biri der ki:
“ Filan zatın oğlu, Tebrizli bir yabancının arkasından niçin yürüsün?
Horasan toprağı, Tebriz toprağına mı uyruk ve bağlı olsun?”

O sofuluk ve safa ehli olmak davasındadır.
Onda bu kadar akıl yoktur ki toprağa itibar olmadığını anlasın.

Bir İstanbullu:
Mekke bu âlemden, madde âlemindendir;
İman ise öteki âlemden yani mana âlemindendir” dese, burada Mekkeliye düşen vazife İstanbulluyla uymaktır.

Vatan sevgisi imandandır” hadisinde Hazreti Muhammed’in maksadı nasıl Mekke sevgisi olabilir ki, konusundan olan şeyler bu âlemden değildir, öteki âlemdendir.

Nasıl ki:
İslam garip olarak başladı, garip olarak da geri dönecektir.” Hadisindeki maksat da aynıdır.
Mademki İslam gariptir, o başka âlemden gelmiştir, nasıl Mekke’ye mahsus olabilir?

(Sevginin ilk basamağı))

Bunun yalnız Mekke’ye ait olacağını söyleyenler sevginin ilk basamağında kalmış olanlardır.

Bu anlayıştan kurtulmak da zordur.
Bu sevgi sarhoşluğundan kurtulmak için çok koşmak gerek.

(Sevginin ikinci basamağı)

Bundan sonra da ruh âleminin sarhoşluğu gelir.
Ruh henüz görülmemiştir, ama sarhoşluğu büyüktür.

Nasıl ki Tanrı erleri son derece sarhoşluklarından ona bakamazlar.
Peygamberler de böyledir.

Söze başlarken onun hatırına ayetten, hadisten başka bir şey gelmez.
Ona şundan bundan işitilmiş sözleri aktarmak da utanç verir.
Meğerki halka bir konuyu aydınlatmak için olsun.

Aşkın bu ikinci mertebesinden geçmek zor ve çetindir.
Ancak ulu Tanrı, tek yarattığı sevgili kullarından birini gönderir de ona ruhun iç yüzünü gösterirse, onu Hakk yoluna yöneltir, maksadına eriştirir.

(Sevginin üçüncü basamağı)

Tanrı yolunun sarhoşluğu üçüncü mertebede belirir.
Bunda da büyük sarhoşluk vardır ama ayıklığa yakındır.
Çünkü her neyi, O’dur sanırsa, Tanrı onu, o şüphenin dışına çıkarır.

(Sevginin dördüncü basamağı)

Bundan sonra da dördüncü mertebe gelir. Bu da, doğrudan doğruya Tanrı’dan sarhoş olmaktır.
Bu mertebe, Kemal mertebesidir.

(Sevginin beşinci basamağı)

Bundan daha sonra da ayıklık ve akıl mertebesi gelir.
 
AŞKIN YORUMU

Aşkın yorumuna gelince;
Önce bilinmelidir ki, aşk deyince, kadın, altın, dünya sevgisi gibi şeylerden söz etmek istemiyoruz.
Belki, bu sevgi sarhoşluğu azalır korkusu ile dünya çevresinde dolaşmak da gerekmez.
Pek çok rahiplerde de bu aşk sarhoşluğu vardır.
Bundan dolayıdır ki içlerindeki duyguları açığa vururlar.

İmad (Dil bilgini ve sözlük âlimi) ve onun gibiler aşk sarhoşluğunda olgun kişilerdi.
Onlarda ruh sarhoşluğundan da bir koku vardı, ona yol bulmuşlardı.

Evhad (Kirmani), aşkın son mertebesine daha yakın idi.
Firavun’un sihirbazları mertebesine daha yakın idi.

Firavun’un sihirbazları aşkta tamam olmuşlardı.
Şüphe yok ki onlar, ruh kokusu almışlardı.

Ama Firavun, aşkta tamam değildi.
O mantıkçı idi, o yolun adamı idi.
Sihirbazlarda bir hüner vardı ki, bu Firavun’da yoktu.

Seyyid’de (Burhaneddin) ruh kokusu, ruh sarhoşluğu fazla idi.
Mevlana’nın da, onun da bilgileri çoktu.
Ama bu sarhoşluk hiçbir şeyle ilgili değildir.

O Şeyh Ebubekir’in (Selabâf) sarhoşluğu, Tanrı’dandı.
Ama o sarhoşluktan sonra gelen ayıklık onda yoktu.

Bu nokta, bana ilim yönünden bildirildi.
Bu kulun saadeti de belli oldu, ama yakın ve kesin değildi.

Has kullarından birini gönderdiler ki, ona saadetini yakın olarak öğretsin, onu okşayıcı eliyle terbiye etsin.
O azıcık kendi hakkında uygunsuz sözler söylerdi.

Kendini incitir ama Tanrı’yı nasıl incitebilir?
Onların ağızlarından böyle sözler nasıl çıkabilir?
Meğerki Tanrı’yı bilmemiş olsun.

Nasıl ki Hâkim Şenai şu anlamdaki mısrada.
Ey taptığı Tanrılar, Tanrı’yı inciten zavallı! Diyor.

Hadiste:
Benim Tanrı ile öyle bir vaktim olur ki aramıza ne en yakın bir melek ne de kitapla gönderilmiş bir peygamber girebilir” buyrulmuştur.

Bu onun tertemiz ruhu, kitapla gönderilmiş peygamberler ise onun tertemiz bedenidir.
Maden ki melek ile peygamberler araya giremiyor, bu perdeyi açmak kimin haddine düşmüştür?
Bu Tebrizli oğlundan (Şems Hazretleri) başkası bu konuda konuşamaz.

Bu, Hazreti Muhammed’in (s.a) makam ve hal mertebesi değildir, bu davettir.
Bu konuda birçok sözler söylenmiştir.
Sözü geçen hadisteki mana, nasıl “ Hâl” deyimi ile ifade edilebilir?
Ben de diyorum ki bu, onun “ Hâl” mertebesi değildir.

Bir insan ki Hakk’ı aramaktadır, talep davasındadır.
Sevgi ve heves çevresinden dışarı çıkar, ruh kokusuna erişir.

Bu davacılardan bazıları acaba gerçek midir?
Şüphelenirsek bakarız.
Eğer onun eğilimi dünya işlerine daha çok dönük ise yalancıdır, sadece kuru davacıdır.

Bu söz her ne kadar sıcak bir sözdür, ama benim açıklamak istediğim sözün sıcaklığı yanında soğuk ve donuk kalır.

Bugün burada biz ve siz varız.
Zannediyoruz ki, kıyamet günleri gelmiştir.
Dervişte, Tanrı kullarında, öyle bir inanç var ki, sanki bu saat kıyamet saatidir, son gündür.

                  ***
MAKÂLÂT. Şems-i Tebrizi.
Çeviren Mehmed Nuri Gençosman.
ATAÇ yayınları Tasavvuf 6
                    ***
Neler öğrendik:
1.    Yaptığımızı görmememiz gerektiğini, yaptıklarımızın karşılığını görmek için beklentide olmamamız gerektiğini öğrendik.
2.    Daima anı fırsat bilip ileriyi düşünmemiz gerektiğini öğrendik.
3.    Geriye doğru düşünmeler insanı hareketsiz bırakacağından ilerlememize engel olacağını, özlemlerimize kavuşmamızı geciktireceğini öğrendik.
4.    Tanrı katından bir kişiye haberin gelmesinin başka, Tanrının o kişiye kendisini göstermesinin başka bir durum olduğunu öğrendik.
5.    İsteğimizin yerine gelmesini hiçbir şey harcamadan elde etmenin olmayacağını öğrendik.
6.    Şehre, hemşeriliğe, meşhur birine uymak gerekmez, uyulması gerekenin “ Mana” olduğunu öğrendik.
7.    Mekke’ye olan sevginin aslında Mekke^ye mana âleminden gelen güzelliklere olan sevgi olduğunu öğrendik.
8.    RAVLİ SARHOŞLUK yaz Google’den sarhoşluğu öğren.
9.    Tanrı kullarının, dervişlerinin düşüncesi istek yönünden: Kıyamet kopunca nasıl ki dünyalık değerler, birikimler işe yaramayacak yok olacak olduğundan dünyalık işlere sahip olmaya önem vermezler.

İşte böyle yaren,

Aşk, kadın erkek ilişkilerinde, cinsellikle, mal ile mülk ile hediye ile ve bir şeyin çok istendiğini anlatmak için bu kelimeyi çok kullandıklarından şimdiki nesil tertemiz aşkı başka türlü zannediyorlar.

Sarhoş olan aldığı lezzetin etkisiyle kendinde olmadığından kolayca ne yaşadığını anlatamaz.

RAVLİ AŞK VADİSİ yaz Google’den incele.
                                            *
RAVLİ

29 Haziran 2012 Cuma

ŞEMS-İ TEBRİZİ VE GÖREV VE ÖDEV BİLİNCİ

Şems Hazretlerinin bir sohbette söyledikleri:

Şimdi “ Fakr mertebesi tamam olan (Allah’tan başka hiçbir şeye muhtaç olmamak) ancak Allah’tır” gibi binlerce beyhude (Yararsız, anlamsız boşuna söylenmiş) sözlere gelelim.

Yani “ Fakr tamam olunca Allah yüz gösterir, onu bulur ve görürsün” sözünde küfür yoksa bu sözün manası o değilse, seninle Hıristiyan arasında ne fark olabilir?

Nihayet Hazreti İsa, Hallac-ı Mansur’dan da Bâyezid’den de, ötekilerden de daha latif bir zat idi.
Şu halde Hıristiyan’ı “ İsa Tanrı’dır veya Tanrı’nın oğludur” dediği için kınamak neden?
Hâlbuki sen de aynı şeyi söylüyorsun.

Şu halde:
“ Fakr tamam olunca Tanrı’yı bulursun” sözünün manası:
“ Her kimin nefsi ölürse, Şeytanı da ölür, kötü huylardan temizlenerek Allah’a kavuşur” sözündeki mana gibidir.

Ama bu kavuşma hâşâ (Asla) Allah’ın zatına kavuşmak değil, belki onun yoluna girmektir.
Kul, Allah’ın kendisine kavuşmadığını, ancak Allah yoluna girdiğini anlar.
Aksi halde Allah yolundan sapmış olur.

Sonra onun nefsi de diridir, Şeytanı da!
Allah yolunun nuru ile Allah’ın zatının ruhunu ayıramayan, daima karanlıktadır ve körleşmiştir.

Yüce Tanrı’nın nurdan yedi yüz perdesi yahut nurdan yedi yüz örtüsü vardır, bunlardan biri açılsa, hem dünyayı, hem içindekilerini yakar, denildiği vakit o hangi perdedir ki, yavaş-yavaş kalkınca zat nuruna varabilir, zattan parlayan ruha erişebilir?
Sorusu hatıra gelir.

Abdest üzerine abdest almak, doğuşta, yaratılışta temiz ve abdestli olanın üzerine nur üstüne nur iner.
O, iki defa abdest almış demek değildir.

O, benim okumadığım bir meseleden bahsetti.
İzzeddin bunu kabul etmedi, yalanladı.

Nasıl olur da:
“ Evet, ben onu okudum” diyebilir.
Mevlana’dan bir işaret aldım, sandım ki Mevlana da bunu anlatmak istiyor.

(Kendi kendime) “ Bu gün Mevlana da o türlü sözler söylüyor ki ben şimdiye kadar asla bahsetmedim” dedim.
Sana güvenerek söyledim ki, sen hem kadıya, hem de adalet bakanına karşı savunasın.

O demiştir ki:
“ Eğer benden bir şey götürmez ve gelmezse onun kuvvet ve kudretini hiçe indiririm.
Bu tıpkı şuna benzer:
Bir köle var mıdır ki, sultana karşı:
“ Sen ki padişahsın, meclise gel de seni göreyim” diyebilsin, bu nasıl olur?

Biz bu nefsi ne Aksaray’dan, ne de Kaymaz Kervansarayından getirdik.
Eğer sen bu fikirde isen, Halep’te oturmuş, bir ülkeden başka bir ülkeyi seyrediyorsun demektir.

Zavallı ihtiyar!
Başında bu teslim taşı ve aramızda bir yakınlık olmasaydı.

Hele senin:
“ On beş seneden beri sende bu ne sabır” deyişin yok mu, bunda azıcık bir samimiyet kokusu olmakla beraber taşınca yüz bin misli artar.
Bu hal ve sözler bir soru sormak maksadı ile değildir.

Ancak bu hakikatte bir soru olabilir.
Yani iş böyle olunca hemen cevap vereyim.

İyi dikkat edin ki, sual daima cevap cinsinden olur.

Mevlana ona layıktır.
Bana dost olan bir kul, onun bütün sıfatları ile vasıflanmış olur.
Bu takdirde onun kahrı da, sabrı da sonsuz olur.

Sen onun sabrını başkalarının sabrı ile karşılaştır.
On beş sene çok kısa kalır.
Ne on beş sene bin sene!

Tanrı’nın misk ve amber kokusunu andıran, her zaman burunlarda tüten bir kokusu vardır.
Ama hiç misk ve amber kokusuna benzer mi o?

Tanrı tecelli etmek, yani kendini kuluna göstermek isteyince o koku önceden duyulur.
İnsanı mest eder, baygın hale getirir.
Böylece o sözün arkası kesilmez.

Hazret-i Muhammed (s.a) buyurur ki:
Ey Hıristiyan!
Sen İsa’yı tanımadın, bari beni tanı.
Eğer onu tanımış olsaydın beni daha çok tanırdın!

Bu gün Hazreti Peygamberi, bütün Peygamberlerin sonuncusu olarak anlatırlar.
Derler ki:
O’nun “ Her kim benim nefsini bildi ise Rabbini de bildi” ve ayrıca:
“ Kendi nefsini bilen Tanrısını da bilir! Buyurması utancından mı ileri geldi?

O’nun “ Her kim nefsini bildi ise” sözünü, herkes nefsinden habersizlikle yorumladı.

Akıllı kişiler kendi kendilerine dediler ki:
“ Bu alçak, murdar, azgın ve karanlık nefisçiğimizi tanımıyoruz, ama bundan, Tanrı’yı bilme marifeti elde edilebilinir mi?”

Sırra erenler onun ne dediğini anladılar.

Kendi kendime dedim ki:
Benim için yemenin, içmenin, uyumanın ne yeri var?
Ulu Tanrı beni bu iş için mi yarattı?
Benimle hiçbir aracı olmadan konuşmaz mı?

Ben ondan bir şeyler soramam.
O’da bu yemenin, uyumanın ne olduğunu söylemez.

Acaba ben körü körüne yiyip içmek için mi geldim bu âleme?
Eğer iş öyle olsa ve ben onunla karşı karşıya konuşup anlaşabilseydim,
Şu yiyip içtiğimden dolayı buraya nasıl geldiğimi, nereye gideceğimi,
Beni kurtaracak olanın kim olduğunu,
Sorunumun nereye varacağını anlar ve kaygısız yaşardım.

Bu akıl yönünden nasıl olur? Dedim, yüzümü ona çevirdim.
Nasıl ki bir annenin âlemde bir tek çocuğu vardır.
Çok güzel, yakışıklı bir yavru!
Elini ateşe sokmuştur.
Bunu gören anne nasıl yerinden fırlar ve çocuğunu nasıl kaparsa, Hakk kokusu da beni öylece ateşten kaptı.

Kadı Şemseddin’in dediği gibi, nasıl olur da Yusuf’un o cihanı aydınlatan güzelliğine gölge düşer, onun gül renkli yanakları solar?
Bu ilim kızmadıkça o ilimlerdeki soğukluk anlaşılmaz.
Sıcaklık soğukluğa, soğukluk da sıcaklığa karışır.

Bizim sözümüz Mevlana’ya değildir.
O, bu tür insanlardan değildir.

Kuran’da:
“ Semadaki bulut dağlarından dolular yağdırır, onu dilediğine isabet ettirir, dilediğine ettirmez
(Nur suresi 43) Buyrulmuştur.

İşte Kuran’da bulduğumuz bir deyimdir bu.
Başkalarının başına gelen her kötülük yorumlanırken, Allah yolunun yolcuları hakkında iyilik olarak yorumlanır.

Allah’ın güzel isimlerinden biri de Mürid’dir (Dileğine bağlanan) , nihayet bu müridin bir Murad’ı olacaktır.
Onun bir adı da Talib olunca bir Matlub’u (Aranılan) olmak gerekir.

Biri sordu:
“ Bu herkes için midir?
Nihayet ben de önce talib idim.

Dedim ki:
“ Herkes talip (İstekle arayan) değildir, o talepten âlem halkı üzerine bir ışık düşse hiç kimse takat getiremez hepsi yanar, mavf olur gider.”
Bu taliplerden biri Musa Peygamberdir.

Dağda, Tanrı’dan bir iz aradı, kendinden geçti, geri döndü.
Şu halde rastgele herkes nasıl matlub yani aranan kişi olabilir?

Manası çok latif (Yumuşak, hoş, güzel, nazik) olan şu beyitteki nükteye (herkesin anlayamayacağı ince mana) asla itirazın yeri yoktur.

Bizi şehrimizden kovarlarsa ne çıkar?
Şehir dışındaki kırlar bizimdir. Demiştir.

Allah başarı verirse, ben de öyle bir yere gideceğim ki, hiç ses seda gelmesin oraya.
Çeşitli yönlerden esen rüzgârlar birbirini kovalasın.

Ben bir şey okuyayım, onların kulaklarına üfleyeyim:
Sen de oraya kulaklarını tutasın.

Senedi, dayanağı olan kişinin gönlü şendir, arkası kuvvetlidir, hiçbir şeyden gam yemez.

“ Şeyh İbrahim burada olsaydı” dedim,
“ Bana iftiharla hizmet eder, gönül hoşluğu ile yoldaşlık yapardı”.

Diyorlardı ki:
“ Biz de hizmet için kalmıştık, ama sen kendinden geçmiş unutmuşsun.”

Şimdi kapalı bir sırrı açıklıyorum.:
Diyordum ki:
“ Siz bir konak ilerden gidin ki, ben de arkadan geleyim”

Onlar bundan başka mana çıkararak:
“ Sen bizimle beraber olmaktan rahatsız mı oluyorsun? Diyorlardı.

Ben kendi kendime:
“ Siz her vakit kendinizle cenkleşiyorsunuz, nefisleriniz dipdiri.
Yol işidir bu.” Dedim.

Dediler ki:
“ Eğer şunu yap bunu yapma gibi sözler size ağır geliyorsa, bu şundan bundan konuşma ne oluyor?
O kadar niyazlarımızı da mı boş laf sanıyorsunuz?

Ancak ben ısrar ediyordum:
“ Ben sizin peşinizden gelirsem arada bir konak fark eder.
Hem acemi mekkâreci (Hayvan sahibi) beni ne tanır.

Ona ben teklifsizce hükmederim, onunla istediğim gibi pazarlık ederim
Bu işten bir o anlar, bir de hayvanı.
Ben hayvandan iner bir köşede dinlenirim.”

“ Hiç olacak bir şey mi bu! “ dediler.
“ Biz bir menzil ileri gidelim de sen on menzil geri kalasın!”

O zaman gözümün rahatsızlığından bahsettim.
Şimdi bu benim elimde değil, bu gayb âleminden gelen bir engeldir.

Siz gidin!
Bana yalnız Mevlana’nın mektubu kâfidir.
Bana gönderdiği oğlu (Sultan Veled) dedi ki:

“ O zaman Mevlana bana ne der?
Bana:
“ Behey ahmak, behey eşek, behey aptal akılsız!
Ben seni gönderdim ki, o zatı getiresin.

Mademki sen de gittin onu buldun, sana gözünün ağrıdığını söyledi;
O zaman sana yaraşan orda beklemek, ona hizmet etmek, iyice afiyete kavuşuncaya kadar orada kalmaktı’ demez mi?”

Delikanlının bu sözlerinden anladım ki o güzel bahaneleri ona Mevlana öğretmiştir.
O sözleri, o alçak gönüllülüğü Mevlana’nın öğretmesi ile olmalıdır ki, bana bu hususta olağanüstü bir ilgi gösterdi.

Bundan daha üstün bir sözün misalini söylesem bilgisiz halkın kafasına girmez.
O anladı ki, kendi sözünü henüz karısı bile kavrayamadığı gibi oğlu da anlayamaz!

Ne güzel sıfatlar (Görev ve ödev bakımından özellik) ki hiçbiri ötekiyle çelişmez;
Bu onunla, o da bununla uyuşma halindedir.

O sıfat(Görev ve ödev bakımından özellik) , bu sıfatı (Görev ve ödev bakımından özellik) artırınca bu da ötekini artırır.
Bir aralık bir sıfat ötekilerden ileri geçse bile yine aralarında düzenlik ve adalet bulunur.

                  ***
MAKÂLÂT. Şems-i Tebrizi.
Çeviren Mehmed Nuri Gençosman.
ATAÇ yayınları Tasavvuf 6
                    ***
Neler öğrendik:
1.    Bir şeyler yapmamızla Tanrı’nın yüzünü görmeye hak kazandığımızı veya gördüğümüzü söylemenin yanlış olduğunu öğrendik.
2.    Ancak Tanrı kendisi isterse, lütfederse, gösterirse görebileceğimizi öğrendik.
3.    Yani sen göremezsin, O, gösterirse görebiliriz.
4.    Tanrı’yı bulamazsın ancak O, kendini buldurur.
5.    Tanrı’yı bulmak için uzun bir yolda olmamız, o yolda iken Tanrı isterse kendini buldurur.
6.    Tanrı’yı bulmak kendisini bulmak olmadığını, ancak o yolu bulmamız olduğunu öğrendik.
7.    Tanrı nuruyla kendini arayanlara yolu aydınlattığını öğrendik.
8.    Tanrının zatının ruhu ayrı bir bilgi ve görüş ister, Tanrı Ledün bilgisi verirse ancak buna ulaşılabilir.
9.    Karanlık perdeler herkese kapalıdır ancak bu yola uygun olanlara aralanarak, kaldırılarak hakikat gösterildiğini öğrendik.
10.                      Aydınlık veya nur perdeleri Hak yolcusu hazırlanarak kaldırıldığını, yolcunun nurdan yanmaması için bu perdelerin olduğunu öğrendik.
11.                      Tanrı’ya dua etmekle kendini göstermesini istemenin terbiyeye uymadığını, yani büyük birini ayağına çağırarak görmek istemek gibi uygunsuz olduğunu öğrendik.
12.                      Samimiyetle ve yakınlıkla söylenen isteklerin yanlış bile olsa hoşgörü ile karşılandığını öğrendik.
13.                      Tanrı kendini göstereceği zaman hoş bir koku duyarak kendimizden geçtiğimizi, sarhoş bir hale geldikten sonra Tanrı’nın bize kendini gösterdiğini öğrendik.
14.                      Soru soranın muhakkak sorduğu soruda bildiği bir şeyler olduğunu öğrendik.
15.                      Peygamberi bilmeden, tanımadan Tanrı’yı bilemeyeceğimizi öğrendik.
16.                      Tanrı’ya ulaşma yolundaki yolcuların bazen çok istekli olduklarını bazen de soğuduklarını ama arayıştan hiç vazgeçmediklerini öğrendik.
17.                      Dileğimize bağlanıp isteyen kişi olursak sonra elde ettiklerimizle istenilen kişi olacağımızı öğrendik.
18.                      İsteğimizi şehirdeki insanlar uygun görmezse, onaylamazlarsa, kabul etmezlerse hatta düşmanlık ederlerse şehir dışında daha geniş ortamda yapmamız gerektiğini öğrendik.
19.                      Delilinin kuvvetli, şahidinin de sağlam olanın üzüntüsü olmayacağını öğrendik.

İşte böyle yaren,

Mevlana Hazretleri Şems Hazretlerini bulup Konya’ya getirmesi için Sultan Veled Hazretlerini Şam’a göndermişti.

Sultan Veled başlıklı yazılarda bu seyahat ve Veled Hazretlerinin ata bile binmeden yalın ayak Şems Hazretlerinin yanında hizmet ederek Şam’dan Konya’ya getirmiştir.

Bir babanın evladına öğretmesi gereken güzel şeyler olduğunu:
Alçak gönüllülük,
Babanın dostuna ve sevdiğini hizmet etmek, ikram etmek olduğunu,
Görev ve ödevlerimizi biri bize söylemeden düşünmemiz ve en iyi şekilde yerine getirilmesi gerektiğini öğrendik, anladık.
                                               *
RAVLİ

28 Haziran 2012 Perşembe

ŞEMS-İ TEBRİZİ VE SÖZÜ ÖRTMEK

Şems Hazretlerinin bir sohbette söyledikleri:

Hazreti Muhammed’in (s.a)  yüz binlerce propagandacısı vardır.
İsa bütün çömleklerin tuzunu önceden koymuştur.

Ama Hazreti Muhammed (s.a) tuzu sonradan katmıştır ve peygamberlerin sonuncusudur.
Başka bir deyimle Peygamberlik kapısını kapayan, onu mühürleyen zattır.

Bir tuz saçan (Lezzet veren) biri gerektir.
Ama Mısır tuzu gibi olmamalıdır, o tuz.

Sen beni serbest bırak da kendim söyleyeyim.
Ondan sorma, sana ben söylüyorum.

Başka bir saatte daha iyi söylerim, daha tatlı konuşurum.
Çünkü bu sohbet, o günahı işlemeden tatsız düşer.

Ama o halin niyeti ile diyorum ki:
Yazık ki aşk, ayrılık gününde de bedenimi sırsıklam etti.

Yalnız alçak gönüllü olanlar benimle dostluk kurabilirler.
Gerektir ki o alçak gönüllülük ve o kulluk duygusu, günah işlememek artırsın.

Bu güne kadar haram’dan perhiz ediyorsan, bundan sonra da helal’den de perhiz yaraşır sana.
Ama bu tutum sana yorganı sattıracak dereceye kadar gelirse, hoş olmaz.

Onlar öyle yaparlar ki “H” yi benim gönlümden soğutsunlar.
İsterler ki bu gidişle benden bir şeyler koparsınlar.

Yahut:
“ Ona verdiğin değer akla uygun değildir, başka bir baha biçseydin iyi olurdu” diyerek buna benden başkasının hüküm vermesini isterler.

Onlara dedim ki:
“ Ondan hoşlanıyorum.
O, ne bu cihandan ne o cihandandır”.
Bu gönül hoşluğu ve sevinç ancak senin varlığındandır.

Dedi ki:
“ O, ne bu cihandan ne o cihandandır.
Bu gönül hoşluğu ve sevinç ancak senin varlığındandır”

Dedi ki:
O, bu cihan halkından başkadır.
Ancak bunlardan o cihana utanç gelir.

Ama kendisinde hiç utanç duygusu olmayan kimseye göre, o cihan bu cihana geliyor.
Öyle bir insan için altı yön de Tanrı nurudur.
Ama gizli değildir ki, öyle bir kimsede de gönül hoşluğu yoktur.

Benim, hiç kimseden dünya ile ilgili bir isteğim yoktur.
Bende ancak Hazret-i Peygamber’in armağan kabul etmesi âdetine uygun davranışta bulunmak arzusu vardır.

Senin içi altın dolu şu kalede yüz binlerce altın ve gümüşün olsa da onları başına saçsan, ben aşağıdan senin yüzüne bakarım.

Eğer alnında bir nur, göğsünde bir niyaz (Yalvarış) ışığı göremezsem, o altın ve gümüşler bana göre bir gübre yığınından başka bir şey değildir.

Bende bir tamah (Doymazlık) varsa sadece Mevlana yeter bana.
Unutmayın ki, siz hep kendi mektubunuzu okudunuz (Kendi yazdığını kendin okudun) hele dostun mektubundan da bir şeyler okuyun.

Size daha faydalı olur.
Bütün bu sıkıntılarınız, sizin hep kendi mektubunuzu okuyup da sevgilinin namesini okumamanızdan ileri geliyor.

O hayal, ilimden, marifetten doğuyor.
O hayalden sonra da başka bir ilim ve marifet vardır.
O ilim ve marifetin de başkaca uzun hayalleri vardır.

Bunlardan daha kısa, ayrı bir yol daha vardır ki, hiç bunlara benzemez.
Ama o kestirme yolun da adını kötüye çıkardılar.

Ona başka bir ad bulmak gerekiyor.
İyi bir kanun konulmuştur.

Bir gün yanar bir gün yanmaz.
Ama en iyi kanun hiç kimseden bir para istememektir ki, alanın hatırını dünya tarafına çekmesin.

O tarafa dönüp bakmasın.
Ancak şimdi benim pişmanlık duyduğum bir nokta var:
Keşki binlerce altınım olsaydı da onun uğruna feda etseydim, diyorum.

Bu, tıpkı şuna benzer:
Bir kimsenin evler, ambarlar dolusu çömleği olsa da bunlardan biri eksik olsa, ne lazım gelir?
Sahibinin gönlünde bunları sarf etmekten başka ne arzu olabilir?

Bunun gibi belki yüz defa sayıklayanlar olmuştur.
Ah ne yazık şimdi Emir sağ olsaydı bize ne büyük bağışlarda bulunurdu!

O, hep kendisinden dilediğim şeyi vermek isterdi!
Diye hasret çekenler vardır.

Dünkü gün dedi ki:
Bediuddin, Tanrı cemalidir.
Ondan bir görünüştür.
Bu söz onu kayırma yönünden doğru görünür.

Mevlana dedi ki:
Ben Bediuddin’i bu güne kadar seviyordum, ama bu gün gördüm ki o da niyaza, bir takım isteklere kapılmıştır.

Tanrı hakkı için ona inanırdım.
Şimdi sanki kıyamet kopmuş, gizli âlem açığa çıkmıştı.

Evet, ant içerim ki gizli âlem açıktır, perde aralanmıştır.
Ama bu, sözleri açık olanlara göredir.

Bundan sonra bana kazanç haramdır.
“ Bunu ancak onun ayakları altına saçmak için isterim” diyen o adama dedim ki:

“ Öyle ise senin onunla görülecek bir işin vardır.
Bana bu hususta hayır demekle sözümü kabul etmiyorsun.

Eğer senin maksadın onu yüceltmek ise, onu ululamak benim sözlerimi kabul etmemekle olmaz.
Gerektir ki emrimi kırmayasın.

Senin bu yaptığın, evvelce sana anlattığım ayaz ve kadeh hikâyesini andırıyor”
O zaman unuttum buraya kadar benimle birlikte gelmişti.
“ Elbette ben çıplağım, bulduğum her cinsten elbiseyi bana giydir” dedi.

İmad dedi ki:
“ O söylediği söz, sentaks yönünden doğru değildir.
Sentaks bilgini (Dilbilgisi bilgini) Sibeveyh de bu konuda pek az bilgiye sahiptir.”

Ben o kadar demiyorum.
Ancak şunu söylüyorum:
“Bu hal, Hazreti Muhammed’e (s.a) uymak hususunda, “ Yarabbi beni Hazret-i Muhammed’in ümmetinden kıl” demek arasında mana bakımından eşitlik olamayacağını anlatır.

Çünkü burada değişik bir mana vardır.
Bu duayı eden kimse, onun makam ve mertebesini istiyor, onun cemalini özlüyor demektir.

Yani başka bir deyimle, bu sözde hiç cehennem arzusu yoktur.
Onun en ufak işareti budur.

Bu değişik nispete (Orana) göredir.
Sen bu aslı kurmaya bak ki, sana hiçbir zorluk olmasın.
O sofa yüksektir denildiği zaman bu yükseklik tavana göre değil, tabana göredir.

Mevlana’ya açık söyledim:
Ben onların önünde konuşurken sözlerimi kendilerine anlatamıyorsam bari sen anlat onlara.

Benim ulu Tanrı’dan bir fermanım mı var ki, o aşağılık uydurma şeyleri onlara anlatayım.
Ben işin aslından, temelinden bahsediyorum, onlara zor geliyor.

Hâlbuki ona benzer başka bir asıldan bahsederken de sözün üstünü örtükçe örterim, kapalı konuşurum.
Ta ki sonunda her söz başka sözün üstünü kapatsın.

Hak bahsinde Mevlana hiç kapalı konuşmaz.
Çünkü onunla çok derinlere daldım, ona her şeyi açıktan açığa anlattım.

Bu nasıl olur?
Mevlana konuşmaya başlayınca kabul ederler, özür dilerler, dervişçe başlarını eğer gider

                  ***
MAKÂLÂT. Şems-i Tebrizi.
Çeviren Mehmed Nuri Gençosman.
ATAÇ yayınları Tasavvuf 6
                    ***
Neler öğrendik:
1.    Çömleklerin içindeki sıvıyı dışarı bırakmaması için sırlama yapıldığını, eskiden bunun tuzla sonraları cam ile yapıldığını öğrendik.
2.    Sır: Ruh gibi insan bedenine konan yumuşaklık, hoşluk, güzellik, naziklik olduğunu öğrendik.
3.    İsa Peygamber insanların iç âlemini sırları kattığını öğrendik.
4.    Hazreti Muhammed ise dış âlemini sırlamış olduğunu öğrendik.
5.    Yani bir çömleğin (İnsanın) içini İsa Peygamber dışını da Hazreti Muhammed sırlayarak son işlemi yaparak işi sonlandırdığını, mührü vurduğunu öğrendik.
6.    Mısır tuzu, mısır bitkisinden değişik işlemlerden sonra elde edilen dilde kısa süreli tuz tadı veren olduğunu öğrendik.
7.    Tanrı hayalinden ilim, ilimden marifet bulunacağını, ilim ve marifet başka ve uzunca hayellere götürüp Sevgili ile birlikte olunacağını öğrendik.
8.    Herkes ihtiyaç duyduğuna harcama yaptığını öğrendik.
9.    Aşkın adını cinselliğe fazlaca bulaştırıldığını öğrendik.
10.                      İsteğimizi gizlemiş olursa ve bir gün bu isteğimiz anlaşılıp ortaya çıkınca bize duyulan saygı ve sevginin gideceğini öğrendik.
11.                      Bir şeyin gelişimi için olan öğelerin Temel bilgi olduğunu, bu bilgi ile konuşulanı anlayanın çok az olduğunu öğrendik.
12.                     


İşte böyle yaren,
Sır kelimesi toplumumuzda kimseye söylenmemesi, gizli tutulması gereken şey olarak bilinir ve kullanılır.

Tasavvufta parlaklık vermek, dış etkilerden korumak manasında kullanılır.
Kişi birtakım bilgilerle sırlama yapılarak ona yumuşaklık, hoşluk, güzellik, naziklik özellikleri sağlanarak dış tesirlerden içteki korunması gereken kıymetli olanın korunması sağlanır.

Ruh geldikten sonra gelir yumuşak bir güzelliği olan hoşluk veren bir kuvvettir.
Kalpte marifet, ruhta muhabbet ve güzellikleri seyretme yeri olarak göğsümüzde yer almıştır.

Yani ruhun ruhudur.
Gülbank çekerken “ sırrı Şemsi Tebrizi” dediğimiz vakit onun içinde sakladığı özel kişilere ikram ettiği güzellikleri, hoşlukları, yumuşaklıkları talep ediyoruz manasınadır.

İşin özü, esası, temeli, çıkış yeri, ilk kaynak ölçü alındığı zaman ifade edilen her ne ise açıkça ortaya çıktığını öğrendik, anladık.

Öğrenmenin bir anlayış ve kavrayış ile ilk geliş ve dayanma yerine gitmesiyle doğru anlama ve algılama olduğunu öğrendik, anladık.

Anlaşılan bir şeyin de başka anlayışta olana anlatılmasının ve öğretilmesinin ayrı bir yetenek olduğunu öğrendik.
                                               *
RAVLİ

27 Haziran 2012 Çarşamba

ŞEMS-İ TEBRİZİ VE AŞK VE SEVDA GALİP OLURSA

Şems Hazretlerinin bir sohbette söyledikleri:

Bu bahiste söz söyleyenler şu noktada duraklamışlardır:

Hadiste:
“ Kuran’ın yediye kadar zâhiri, batinî, bâtının manaları vardır” buyrulmuştur.
Bu manalardan zahiri (Görünen, açık, belli) manayı âlimler,
Bâtınî (Sır ve hakikatle) manayı veliler,
Bâtınî mana içinde gizli olan (Sırrın sırrını) manasını da peygamberler bilir.

Ama sırrın, sırrının sırrındaki manayı Allah’tan başkası bilemez.
O halde Âdemoğlu bundan nasıl faydalanabilir?

Hadisteki sırlar da Kuran’da olduğu gibi çoktur.
Nasıl ki, yüce Tanrı (Necm suresinin 11 inci ayetinde)
Onun Miraçta gördüğü gerçek tecellileri, kalbi yalanlamadı  buyurmuştur.

“ Kulaklar duymadı, gözler görmedi” nüktesindeki (Herkesin anlayacağı ince mana) mana da şüpheli kalmıştır.

Eğer Kuran’da esrar (Gizlenen ve bilinmeyen şeyler, aklın anlayamadığı işler) olsaydı neden o, her gün Kuran’daki kesin hükümleri okuduğu halde kendinden geçmiyordu?

Hâlbuki o, esrara (Gizlenen ve bilinmeyen şeyler, aklın anlayamadığı işler) dair tek bir kelime işitse kendinden geçerdi ve fitneler de açığa çıkardı.

Bundan dolayıdır ki, Bayezid (Bistami), öyle anlaşılıyor ki bir takım kapalı sözleri ile kendi sırlarını söylemek istemiştir.

Hazreti Peygamber, kapalı bir söz konuşmadı.
Sahabeler adına nakledilen öğütlerde de açıklamayı gerektirecek üstü kapalı bir söz yoktur.

Nasıl ki en olgun kişiler de onların hallerine dair bir şey söylemiştir.
Onlar kendilerini apaçık göstermişler, bu suretle tanıtmışlardır.

Tanrı dostu gerçek veli ise kapalı ve gizli kalmıştır.
Hazret’i Muhammet (s.a), onları görmek arzusu ile yanıp tutuştu.

Ama kendilerini görmeye fırsat elvermedi.
Ancak onların hasretine terennüm (Yavaş ve güzel sesle şarkı söylemek) etti.

Bayezid’in bundan haberi olsaydı, asla ‘BEN’ sözünü ağzına almazdı.
Nasıl ki o, son zamanda “zünnar”  (Hizmet ettiğini göstermek için bele bağlanan kemer) istemişti.

Hâkim Seniciğin (Senai) son günleri, Seyyid Burhaneddin’den, Seyyid Burhaneddin’in son günleri Mevlana’dan daha mı iyiydi?
Senai’nin hoşça bir hali, Burhaneddin’in geniş bilgisi vardı.

Bunları görüyorsun.
İmad (Dilbilgisi ve sözlük âlimi) ve başkaları gibi geçmiş gitmiş olanların yüzlercesini de göz önüne getir.

Nasıl ki buğday çuvalından alınacak bir avuç örnek, çuval içindeki binlerce buğday tanesinin niteliğini gösterir.
Nihayet onların hepsi de bu cinstendir.

Yeryüzünde yüz bin safa ve evliyalık nuru parlayan bir veli, sözü geçen erenlerden birini çöl ortasında görse ve içinden o bildiği velinin bu olduğunu sezmiş olsa, derhal başı araya gider, helak olur.

Bütün hali alt üst olur, damdan düşer ayağı kırılır.
Ama o toplu anlayışın manası ondan uzaklaşır, imanı gider donuk bir hal alır.

Meğerki o, velinin dilediği kimse olsun!
Çünkü o kimse, artık Tanrı’nın da dilediği has kullardan biri demektir.

Soruyorsun:
“ Şeytan o makama erişir mi?”
“Evet erişir”
Çünkü şeytan, Tanrı ile konuşmak mertebesine ermiş olan Musa’nın haline erişti ki, o yüzden, Hızır, Musa’ya:
“ Sen benimle birlikte bulunmaya sabredemezsin!” dedi.
Çünkü Musa, soru sormakta acele etti.
Acele ise şeytandandır.

Ama başka yönden onun makamına asla erişemez.
Çünkü onun gibi yüzlercesi Musa’nın ayak tozuna erişemedi.

Mevlana izin vermez ki ben işimi göreyim.
Bana bütün âlemde öyle bir dost gerektir ki ben onun işini göreyim.

Bana bütün âlemde öyle bir dost gerektir ki, onu bütün isteklerinden yoksun bırakayım, onu dinleyeyim ama isteğini yerine getirmeyeyim.

Siz benim dostum değilsiniz.
Siz nerede, benim dostluğum nerede?
Bu ancak Mevlana’nın bereketiyledir.

Benden bir söz işiten herkes, zaman-zaman beni dinleyenler de bir şey konuştuğum vakit dikkatle dinlemelidir.

Sen bir İbrahim’sin ki, kitapla geldin.
Ama beni bir öğretmen olarak görüyorsun.

Çok kere görülmüştür.
Bir kimse, tanımadığı yabancı bir kapıda hizmet eder.

“ Bu yabancı kapı hangisi?” diyeceksin.
Halk ile konuştuğum vakitlerde dikkatle dinlersen anlarsın ki, onların sözleri hep kapalı sözlerdir, esrar doludur.

Halk ile beni konuşturmaktan vazgeçirmek isteyenler, bu açık sözden “ Kolaydır” diyenler benden ve benim sözlerimden hiçbir şey anlamamış olanlardır.

Onlar benden hiçbir nasip alamazlar.
Çünkü birçok sırlar o toplum içinde konuşulan sözlerde saklanmıştır.

Büyük bir sır vardır ki, gayret yönünden ancak bir latife (şaka) arasına karıştırılarak söylenebilir.

Seni başkaları göndermeden önce kendi arzunla ziyarete gelmek yaraşır.

Aşk böyle olur.
Eğer bu sefer gidersem beni bulabilir misin?

“ Eğer” den bahsetmek dosta çok zor gelir.
Eğer, meğer, keşke, zannedersem gibi sözler böyledir.

Fahreddin-i Razi’nin bir çömezi ölürken insaf yönünden şu anlamdaki beyti söylemişti.
Beyit:

Aklın varacağı son durak ayak bağıdır.
Bilginlerin çok çalışmalarının sonucu da sapkınlıktır(Doğru yoldan ayrılmak).

Sonra şu anlamdaki mısrada da:

Ruhlarımız, bedenlerimizden ürkmektedir,
Deniliyor.

Nefisten ve nefsin isteklerinden uzak kaçanlara o anda bir sır açıklanır.
Onlar mahrum kalmazlar.

Şu anlamdaki beyte de bakınız:
Beyit:

Nice yüksek dağlar var ki, tepeleri yüce ve sivri şerefelerdir.
O tepeler, zamanla aşınır ama dağ yine dağ olarak kalır.

Bu sözden âlemin başlangıcı olmadığı sezilmektedir.
Meğerki bu maksat Tanrı kulları olsun!

Ama onun maksadı bu değildir.
O bundan uzaktır.
O bu işin adamı değildir.

Mevlana’ya gelince:
Onun, bu saatte dünyanın hiçbir yerinde eşi ve benzeri yoktur.

Bütün fenlerde, temel bilgilerde, din bilgisinde, gramer, sintaks (Dil bilgisi), mantık ilimlerinde en büyük uzmanlarla kuvvetle konuşur, tartışır.

Onlardan daha üstün, onlardan daha zevkli, onlardan daha güzeldir.
Gerekirse, gönlü isterse, üzüntüsü engel olmazsa,  konunun tatsızlığı buna sebep olmazsa, hepsinden daha yetkili konuşur.

Ben akıl yönünden bilinmesi gerekli bu bahislerde yüz yıl çalışsam ondaki ilim ve hünerlerin onda birini elde edemem.
O kendisini bilmez sanır ve öyle zanneder.

Benim önümde, beni dinlerken, nasıl anlatayım, ayıptır söylemesi, babasının önüne oturmuş
İki yaşında bir çocuk yahut Müslümanlığa dair hiçbir şey işitmemiş dönme bir Müslüman gibi öylesine utangaç bir hal alır.

Bir sabah erkenden o mana âleminden konuşuyordum.
Dedi ki:
“ Bu kulak, kulak olalı bu nükteyi işitmemiştir”
Çok etkilenmişti.

Bir kere de Pir, Mevlana’nın yanında idi.
Ona, Seyyid Burhaneddin’in hüccetini (Delilini) anlattı.
“ Ona, Mevlana’ya ve bana delil hüccet, delil olamaz “ dedi.

Benim maksadım armut istemek değil.
Biri benim huyumu bilseydi ne iyi olurdu.
Benim maksadım ona teselli vermektir ki, o sayede sükûna kavuşsun.

Bu gün kurt masalı gibi sözlerin, yeşil, kırmızı hayallerin modası geçmiştir.
Bugün bunlar ne işe yarar?

Bunlar birer aldatmacadır.
Bunu nasıl bilmem?

Bunlar ancak nefis ve murakabeyi sükûna kavuşmak içindir(İlişkiyi sakinleştirmek).
Bunların başka bir işe yaramadığını mı sanırsın?
Düşünüyorum da böyle değil!

Ev boştur ama kimse gelmiyor.
Düşünürsem bana ne hizmetler ettiler.
Uykudan uyanırken gül şerbeti yastığımın üzerine konurdu.

Dostum yanımdadır, ama susmuştur.
Söz söylerken de havadan, sudan bahsetmez.

Bütün yorumlamalarında büyük adamdır o.
Eğer sende aşk ve sevda galip ise, Allah’ın da galip olduğunu anlarsın.

Dağlar gibi büyük bir adam.
Senin hakkında ben güzel bir deyim bilirim.

Hazret-i Ebubekir, söz yorumlardı.
Sade bu yorumlama değil, söylediği her şey yorumladığı sözün anlamına uymasa bile Allah onu doğruya çıkarırdı.

Hazreti Muhammed (s.a) hem söz yorumlardı hem de Hazreti İsa gibi körleri ve abraşlı (Lekeli) hastaları tedavi etmek kudretine sahipti.

                  ***
MAKÂLÂT. Şems-i Tebrizi.
Çeviren Mehmed Nuri Gençosman.
ATAÇ yayınları Tasavvuf 6
                    ***
Neler öğrendik:
1.    Kuran’ı Kerimin net anlaşılır ifadelerle gönderildiğini, gizlenen ve bilinmeyen şeyler, aklın anlayamadığı işlerden bahsetmediğini öğrendik.
2.    Peygamber efendimizin de net anlaşılır ifadelerle konuştuğunu, gizlenen ve bilinmeyen şeyler, aklın anlayamadığı işlerden bahsetmediğini öğrendik.
3.    Peygamberlimizin hasretle görmek istediği Tanrı dostları veliler kapalı ve gizli kalmayı tercih ettiklerini öğrendik.
4.    Kendini gösterenlerin “ Ben” diyenin yolu Tanrı yolu olsa bile ilerlemesine izin verilmediğini öğrendik.
5.    Velinin kendisini gizlediğini, ancak istediğine açık ettiğini öğrendik.
6.    Şems Hazretleri Mevlana’yı sevdiği için onun çevresine dostluk gösterdiğini, sözler söylediğini öğrendik.
7.    Toplum içinde konuşulan birçok sır olduğunu ancak bunu anlamadan, değerini bilmeden söylediklerini öğrendik.
8.    Çok sırların şaka yollu halka söylendiğini, anlayanların anladığını öğrendik.
9.    Kıymetli olanın içten gelen bir istekle büyükleri ziyaret etmek olduğunu öğrendik.
10.                      Akla ve bilgiye bağlanıp sonuna kadar gidenin doğru yoldan saptığını, ilerlemeye engel olan ayak bağı olduğunu öğrendik.
11.                      Ruhumuzun bedenimizin isteklerinden korkup ürktüğünü öğrendik.
12.                      Şöhretli olmak, meşhur olmak yerine dağ gibi sağlam olmamızın gerektiğini öğrendik.
13.                      Mevlana Hazretlerinin Şems Hazretlerinin anlattıklarını çok dikkatli ve saygılı dinlediğini öğrendik.
14.                      Şems Hazretlerine Mevlana Hazretleri ve dostlarının çok saygılı, düşünceli hizmet ettiklerini öğrendik.

İşte böyle yaren,

Kendini gösteren Tanrı erleri olduğu gibi göstermeyenlerin olduğunu ve dağ gibi sağlam olduklarını öğrendik.

Mevleviler Şems Hazretlerine çok saygı duymuşlar her dualarına katmışlar ve her sözünün sır olduğunu bilerek bu sırrı anlamaya çalışmışlardır.

Tanrı erinin söylediği her şey yorumladığı sözün anlamına uymasa bile Allah o sözü doğruya çıkardığını öğrendik.

Aşk ve sevda kişide olduğu zaman Allah’ın ona sahip olduğunu, isteklerini yerine getirdiğini, yanlışını doğruya çevirdiğini öğrendik.
                                        *
RAVLİ

Popüler Yayınlar